
“Hikmet şarkta doğmuştur, bilgi batıda.” derler. Binlerce yılın birikimi bazen bir hikayede karşınıza çıkıverir. Bazı hikâyeler zamanla klasikleşir ama asla eskimez. Böyle klasikleşmiş bir şark hikayesi dinlemiştim:
Vakti zamanın birinde, fakir bir şair, padişahı öven bir şiir yazarak, padişaha takdim etmiş. Şiiri çok beğenmiş, padişah
Dile benden ne dilersen, demiş şaire
-Bir köpekçik dilerim padişahım, demiş şair.
Padişah şaşkınlıkla ‘’ duymadın mı? ‘’demiş, ‘’ ne dilersen dile dedim, sen sadece bir köpek mi istiyorsun? ’’
-Evet, padişahım demiş, “sadece bir köpek istiyorum”
Padişah, şaire bir av köpeği verilmesini buyurmuş.
Şair, padişahın eteğini öpüp, bir temenna çakmış.
-Ömrünüz uzun olsun padişahım lakin… Demiş
Hala şaşkın olan padişah, “evet lakin ne ?”deyince şair, “Sultanım demiş, ben bu köpeğin ardından nasıl koşarım?
Padişah gülmüş,” birde at ile seyis verilsin” demiş
Şair; “sultanım, demiş, ben fakir bir kulunuzum.Bu at ile seyisi nerde barındırırım? Seyisin işlerini nasıl görürüm” ?
-Eh peki, demiş padişah, “o halde bir de ahır ile hizmetçi verilsin”
-Sağ olun devletlûm, demiş şair, “lakin ben bu hizmetçiyi nerde barındırayım? Benim bile başımı sokacak bir fakirhanem yok”
-O halde birde köşk verilsin,
İyi de padişahım, ben bu evin, ahırın, hizmetçilerin masraflarını nasıl karşılayayım? Benim akşam yiyecek yemeğim bile yok” deyince, Padişah yine gülmüş
-Birde çiftlik verilsin şaire, demiş…
-Peki başka dileğin var mı?
-Estağfurullah Sultanım, demiş şair, “ömrü devletiniz uzun olsun, o mübarek elinizi öpüp, köpekçiğimi de koltuğumun altına alıp gitmekten başka dileğim yoktur.
Bizimde, koltuğumuzun ardına kıstırdığımız bir köpekçiğimiz var galiba
Hayatımız!!!
Evet, belki bir zerreyiz uzay boşluğunda, bir noktayız yeryüzünde, ama hayatta var olmakla, bizim oluyor tüm dünya, tüm evren!
Yaşam hücremiz bölündüğü anda, başlıyor kum saatimiz akmaya ve başlıyor faaliyet. Önce genetik kodlarımız oluşuyor, anne ve babamızdan aldığımız genlerle. Elimiz, ayağımız, kaşımız, gözümüz neye benzeyecek, zekâ seviyemiz duygusal özelliklerimiz nasıl olacak, belirleniyor, planlanıyor, kodlanıyor ve başlıyor o kodlara göre yapım aşamalarımız.
Bezelye kadar bile olmayan embriyo, gün gün insana benzemeye başlıyor. Çiğnenmiş bir sakıza benzeyen et parçası, bedene dönüşüyor, eller kollar ayaklar baş beliriyor. Kalp faaliyete geçiyor ve o ılık sıvının içinde, dünyanın en yüksek güvenlikli, en korunaklı havuzunda, dokuz ay boyunca hiçbir işimize yaramayan, duyu organlarımız şekilleniyor, en estetik, en fonksiyonel biçimde. Ciğerlerimiz hazırlanıyor, dokuz ay sonra bir feryatla içine hava dolması için.
Dışarıda anne babamız bizi heyecanla bekliyor, annemizin vücudu bizimle beraber bizim için şekilleniyor, bir sonraki aşamada da ihtiyaçlarımızı da karşılamak, için hormonlar faaliyete geçiyor.
Ve bir feryatla başlıyor hayatımızın ikinci aşaması. Gıdamız hemen hazır. Bizi kucaklamak için kollar bekliyor, hem de sadece anne babamızın değil, ananemizin babaannemizin, dedelerimizin, halalarımızın, dayılarımızın kolları.
Sevgiyle sarıp sarmalayıp, şefkatle ninni söyleyip, uyutuyor da büyütüyorlar bizi.
Aslında canlılığımızı sürdürmemiz için gerekli, belli sayıdaki gıda çeşitlerimiz için sayısız seçenekler sunuluyor dünya marketinde. Vitamin, protein, kalsiyum, mineralleri alabilmemiz için her damak tadına uygun seçenek var. İster etten al proteini, ister sütten. İster limondan al C vitaminini, ister biberden ya da kivi den.
Ha! Birde bu sayısız çeşidi algılayacak, zevk alacak tat reseptörlerimiz de var bu arada.
Sadece tat alma mı duyu organımız? İşitme duyumuz içinde ziyafet sofraları hazırlanmış. Rüzgârın sesinden- denizin dalgalarına, bir çocuk kahkahasından – annemizin ninnisine, bir kuşun serenadından- bir yanık sesin türküsüne, ya da bir tenorun aryasına kadar sayısız seçenekli ziyafetler. İnsan insan olalı ne kelimeleri tükendi, ne de şarkıları bitti.
Acaba en keskin gözlümüz kaç kilometre öteyi görebilir? Bir mi? İki mi? Yoksa elli mi? Yüz mü?
Abartma mı diyorsunuz?
O zaman yüzlerce ışık yılı uzaktaki yıldızlar, yaz gecelerinde nasıl gözlerimize ziyafet çekiyor? Binlerce kilometre uzaktaki dolunay, gümüş ışığıyla sevgilimizin yüzünü hatırlatıyor.
“Lütfen el sürmeyiniz “diye tabela asılmamış, kadife güllerin üzerine, ya da bebeğimizin ipek tenine. Doya doya okşayalım diye sevdiğimizin elleri, ananemizin yumuşacık buruşuk yanakları.
O çıtır çıtır çilekler, hem tadıyla, hem sesiyle, hem de kokusuyla ziyafet çekmiyor mu? Ya o minik bebişin ensesindeki cennet kokusu? Minicik çiçek şişelerinin içine ambalajlanmış leylak, zambak, gül, yasemin kokuları.
Evet, belki bir zerreyiz uzay boşluğunda, bir noktayız yeryüzünde, ama hayatta var olmakla bizim oluyor tüm dünya, tüm evren.
Bize bir cihaz veriliyor, bir beden. Sanki akıllı bir cep telefonu. Hayat denen sim kartı takıyoruz vee başlıyor hayat şarkımız…
Peki, bunca varlığa rağmen, neden kendimizi fakir zannediyoruz ki?