“Günler ne kadar uzun” dedi yorgun sesiyle. “Yaşa yaşa bitmiyor” diye ekleyerek bir akşam daha bitirmenin ıstırap
dolu sevinciyle ömründen gün azalmasına sevinmesini anlamak için zorladım kendimi. Geçmek bilmeyen zamanı
hızlandırmak için saatler hep ileri olsun istiyordu. Günün öğün vakitlerini atlayarak kendince zamanı ileri almak
işine geliyordu. Baş rolünü oynadığı hayatın adeta yabancısı gibiydi.
Kimdi?
Ne kadar yaşamıştı?
Bu günlere nasıl gelmişti?
Ne umuyordu da ne bulmuştu?
Kabullenemediği yaşlılığın çabuk geldiğini düşündükçe hayıflanıyordu. Duvarların sıcaklık kustuğu yazdan bıkmış
bir şekilde ömür sahnesinde beli bükülmüş çocuk rolünden bir türlü çıkamıyordu. Son günlerde geçmişe gidişler
hatta oradan çıkamayışlar sıklaşır olmuştu. İhtiyarlıktan kaçarak çocukluğuna sığınmış gözüküyordu. Zamanı on
dörtlü yaşlara almıştı. Ateşin harlandığı Adana’ya yerleşen o günkü çocuk geline bu günkü çocuk anne olarak
kızıyordu. Halbuki yaşanmışlıklarını kabullenecek kadar yeteri zamanı olmuştu. Geçmiş affedilmez olarak kalmıştı.
Mazide alamadığı her karar için “çok korkakmışsın” diye önceki ben ile sonraki beni kavga ettiriyordu. Her sabah
tazelenmeye çalışan zihniyle “Anamı bulsam akşama kadar doyasıya ağlayacağım” deyiverdi yorgun uyanılmış
sıradan bir sabahın seherinde elini yüzünü yıkarken. Sığınak arayışlı, dayanak özlemli ve sitem kokulu bu cümle çok
içtendi ve ok gibi saplanmıştı içime. Zihin defterime kalın puntolarla yazmıştım odasına götürürken. “Neden
ağlamak istiyorsun” diye sormaya fırsat vermeden başlamıştı Türk filmlerine konu olabilecek öyküsünü anlatmaya.
Psikoloğa gerek kalmadan kendi kendine çocukluğuna inmişti. Kırmızı koltuğa da ihtiyaç yoktu anlatmak için.
Çünkü geçmişini günlemeye kararlıydı. Bilinç altının dili çözülmüştü. Anlattıkça anlattı o gün tıpkı bir önceki günde
olduğu gibi. Doğal olarak bu benim ilk dinleyişim değildi. Çocukluğumun çok gerçekçi öyküleriydi anlatılanlar.
Ablam ise bu öykünün sahne repliklerini çoktan ezberlemişti. Hepimiz annemin çocukluğunun figüranlarını
tanımaya çalışıyorduk kimilerinin isimlerini dahi bilmediğimiz kişilerin özelliklerini dinleyerek. Öyküsünün
kahramanlarından biri Adem dedeydi. Annemin anlattıklarına göre ailesinin doyamadan kaybettiği dedem; bir
Kafkas yiğidi, kahraman bir babaymış çocuklarının. Bir hamlede aslanın çenesini ikiye ayıran aslan avcısı Hz.
Hamza kadar güçlüymüş. Avlanarak kıtlık kış günlerine inat ailesine yokluk yaşatmamış. Ta ki vefat edene kadar.
Erken ayrılmış bu gurbet ellerinden. Yakın zamanın olay ve şahitlerini unutsa da eskiyen zaman çok tazeydi
hafızasında. Her zamanki gibi o günde anlata anlata tazelendirdi yaralarını. Dedemin hayatını kaybetmesiyle olaylar
örgüsü boyut değiştirmiş; büyük bir boşluk ve yalnızlıkla kimsesizlik hissi ile büyümüştü. Ninem, dağ gibi babanın
yokluğuna dayanmaya çalışmış olmasına rağmen anacığımın hayallerine yetememiş. Okuma aşkı yarım kalmış.
Erken yaşta köy ağasının tek oğluyla evlenmek zorunda kalmış. Her cümlesinin sonuna “Babam olsaydı böyle mi
olurdu?” derken aslında annesinin çaresizliğini anlamaya çalışıyordu. Bu arada demansına inat unutmak istemiyordu
acılarını. Seksen yedi yaşına ulaşmış çocuk ruhlu, ana kuzusu anacığımın evlat olma isteğiydi “Anamı bulsam
akşama kadar doyasıya ağlayacağım” cümlesi. Kişi kaç yaşarsa yaşasın öncelikle evlat olma gereksinimini tüm
çıplaklığıyla anladım hayat döngüsünün gerçekliği ile birlikte. Kaçında olunursa olunsun ihtiyaçmış anne varlığı.
Gençliğimizde hoyratça tükettiğimiz anne yüreği yaşlılıkta lazımmış. Doğan Cüceloğlu’nun “Annen yoksa, kimsen
yok” cümlesindeki evladın sesi gibiydi bu cümleyi söylerken. Teselli bulmak için bu zamana kadar biriktirdiği dünya
yüklerini boşaltacak kucak arayışıydı. Bu bahsedişler biz aile efradının akıbet fragmanı olmuştu. Takvimdeki üç yüz
altmış beş yaprağın ömründen yaklaşık seksen yedi kere koparıp maziye gömen fakat kanından, canından da yedi kez
çoğalan yedi veren misali güzel annemi misafir ediyorum satırlarıma. İnsanoğlunun uzun emellerinin kısa amel
öyküsünün kahramanı olarak hepimize seslensin istiyorum.
Buyursunlar anacığım.
Hoş geldin anacığım.
…
Zaman kırkından sonra geriye sarmıştı. Firdevsî’nin dediği gibi “gençlik ilkbahar gibidir, yaşlılık ise kışa benzer,
öyle bir kış ki arkasından bahar gelmez.” Her seferinde dizinin, omuzunun ağrılarının dineceği umuduyla dolup taşsa
da elinden bir şey gelmez olan canı bedenine yük olan güzel anam, her an Allah ile pazarlık halinde. Çileli ömrüne
bir de Alzheimer hastalığının getirdiği kafa karışıklığı eklenmiş durumda her gün kendi kendine anacığına
sesleniyor.
Sitem ediyor.
Kızıyor.
Hesaplaşıyor.
Ah çekiyor.
Sonra da kıyamayıp; “Ne yapsaydı onun da elinden bir şey gelmiyordu” deyip çabucak affediyor; küs duramayan
çocuk gibi. Gerçi; empati yapsa da “amalarını” bir türlü bitiremiyordu. Kendini iknaya çalışsa da bir türlü ikna
olmuyordu. Geçmişin resmine bugünden baktığı için daha cesurca kararlar alamadığına hayıflanıyordu. Çocukluğuna
tam olarak doyamadan ergenliği, gençliği atlayıp orta yaşa ulaşıp orayı da hayat meşgalesinden es geçerek çile
örgülü ömrün son demlerini yaşayan güzel annem kırk gün kırk gece ağlama isteğini her tazelenen günde yineliyor.
Kırışıklıklar ardına saklanmış yıllanmış kaderi çizgilerin dili çözülmüş bir kere bu nedenle anlata anlata bitiremiyor.
Konuşamadıklarını konuşturuyor. Söyleyemediklerini haykırıyor. Ömrünün çocukluk istasyonunda fazla
kalamamanın sitemiyle epey zamandır yaşlılık istasyonuna demirlenmiş yarım kalmış çocukluğunu yaşamaya
çalışıyor. Sanırım tam da bu psikoloji ile “Anamı bulsam akşama kadar doyasıya ağlayacağım” demişti. Çocuk
yaşta anne olmanın ezikliği ile her ne kadar yetmiş küsür yıllık kıdemli kadrolu anne olsa da anasını arayan bir kuzu
gibiydi bu sözleri söylerken. İnsan hangi yaşta olursa olsun ağlamaya en yetkin omuzun, anne omuzu olduğunu
anlamama yetirmişti bu cümle. Oysa ki omuzunda ağlayacağı yedi tane kuzusu vardı. Ama o tercihini doya doya
yaşayamadığı çocukluğunun annesinden yana kullanmak istiyordu. Aslında ağlamaktan öte doyasıya sitem edecekti
şimdiki özgüveniyle.
Ben ise;
Her sözden her gözlemden ders çıkarmaya başlamıştım bu seferki birlikteliğimizden. Sık sık istemsizce “Ah
anacığım ah!” derken buluyordum kendimi. Üzüntüye gark olmuş bir şekilde hadiselerin dilini okumaya çalışırken
ablamın “iyi evlat nasıl olunur” gayretini takdir etmeden geçemeyeceğim. Roller değişmişti. Annem çocuk, ablam
ise anne olmuştu. Adeta bir bebek gibi bakıyordu ona. Defalarca sorduğu sorulara sabırla cevap verirken cennetten
yeri çoktan ayrılmıştı. Şahidim. Ablama karşı annesinden ayrılmak istemeyen çocuk gibiydi. Neredeyse ablamın her
dışarı çıkışında arkasından ağlıyordu. Gözünü kapıdan ayırmıyordu. Her kapı zilinde irkilip ablamın eve dönüşünde
ise bayram sevinci yaşıyordu. Canım ablam hakkın ödenmez tıpkı aynı dönem fedakâr arkadaşın yengem gibi.
Annem…
Allah önce bizi ona emanet etti. Şimdi de onu bize.
Önce o bebekliğimizde sardı sarmaladı, uyuttu bizi. Şimdi ise biz onun üzerini örterek; “Allah rahatlık versin”
duasıyla uyumasını bekliyoruz.
Geceleri korktuğunda; “Korkma bak biz buradayız” derken çocukluğumuzdaki şimşek çakan gecelerde yanına
sığınışlarımız aklımıza geliyor.
Küçükken geceleri uykusunu bölüp “anne” diye sesleniyorduk. Şimdi de geceleri o bize sesleniyor.
Eskiden bize yemek yedirmek için her türlü oyunu yaparken şimdilerde ise biz kendisine bir kaşık daha yesin diye
yalvarıyoruz. Asıl amacı ise yemeyerek; iradesiyle dünyadan rızkını kesmeye çalışıyordu.
…
Daha çok çoğaltılabilir bu manzaralar karşısında hayatın mesajlarından payıma düşeni alıyorum. Dünya telaşesi; bizi
koşar adımlarla akıbetimize kavuşturmak için zamanı acele ettiriyordu. Geriye dönük yaşamanın sonuçlarının, ömrün
son demlerinde ortaya çıkıyor oluşu gerçeğiyle yüzleştim. Hadiselere takılıp kalmanın bedelini tüm çıplaklığı ile
okuyorum artık. Yaş aldıkça büyümüyor küçülüyorduk bunun farkına varmanın idraki ile devrin şartları bizi evirip
çevirse de ön kabullü yaşamak en kralından bir konfor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
…
Bir daha bir daha denedim.
Anne dedim olmadı, ana dedim olmadı.
Kare kare fotoğraflarla anıları kaşıdım. Yine de olmadı.
Anladım ki;
Ben kim olduğumu bilsem de onun tarafından bilinmezdim artık. Şimdi ben derin hislerle “Ah anacığım ah!”
demeyim de kimler desin?