Bölüm 1: Heidelberg – Bir Masalın İçinde Yürümek

Bir şehri ilk gördüğünüzde kalbinizde bir yer açılır, bilirsiniz. Bazı şehirler sadece taş binalardan, köprülerden ve kalabalıklardan ibarettir. Bazılarıysa ruhunuzun bir köşesine dokunur, size sanki çok eski bir dostunuzu yeniden bulmuşsunuz gibi hissettirir. Heidelberg işte tam da bu ikinci kategoriye ait: Sessiz ama şiirle dolu, geçmişle bugünü ince bir zarafetle birbirine bağlayan bir şehir.
Neckar’ın Kıyısında Bir Masal
Sabahın erken saatleri… Neckar Nehri’nin yüzeyi, sanki gökyüzünün kırık bir aynası gibi ışıldıyor. Sis, nehrin üzerinde ince bir tül gibi süzülüyor; suyun kıyısındaki söğütler, uzun saçlarını tarayan bir genç kız edasıyla suya eğilmiş. Kulağınıza yalnızca kuşların cıvıltısı ve uzaktan gelen kilise çanlarının tok sesi çarpıyor. İşte Heidelberg böyle karşılıyor sizi: Yavaş, sakin ve büyüleyici.
Tarihin Kırmızı Dokusu – Heidelberg Kalesi
Şehrin en yüksek tepelerinden birinde, göğe meydan okuyan bir ihtiyar gibi duran Heidelberg Kalesi, kırmızı kumtaşından örülmüş duvarlarıyla güneşin ışığını başka hiçbir yerde olmadığı gibi yakalıyor. Teleferikle yukarı çıkarken şehrin çatıları, yavaşça altınızda renkli bir mozaik gibi seriliyor. Kalenin içinde dolaşırken zamanın tozlu sayfalarını çevirir gibi hissediyorsunuz. Her kemer, her sütun, eski kralların fısıltılarını saklıyor sanki. Ve bir yerde, devasa bir şarap fıçısı karşınıza çıkıyor: Dünyanın en büyüğü… O kadar büyük ki içine bir oda sığar. O an, bu şehri yönetenlerin yalnızca güç değil, keyif peşinde olduğunu da anlıyorsunuz.
Philosophenweg: Düşüncelerin Patikası
Neckar’ın karşı kıyısında bir patika uzanıyor: Philosophenweg, yani Düşünürler Yolu. Adını burada yürüyerek ilham bulan filozoflardan alıyor. Goethe’nin ayak izlerini takip ederken, Mark Twain’in bu şehir için “en güzel yerlerden biri” dediğini hatırlıyorsunuz. Yol boyunca Heidelberg, bütün ihtişamıyla önünüzde uzanıyor. Kırmızı kiremitli çatılar, eski köprü, tepelerin yeşili… Ve siz, bu manzara karşısında istemeden de olsa susuyorsunuz. Çünkü bazı güzellikler kelimeleri boğar; geriye sadece sessiz bir hayranlık kalır.
Eski Köprü ve Şehrin Nabzı
Heidelberg’in ruhu, belki de en çok Alte Brücke üzerinde hissedilir. Yüzyıllardır insanları bir yakadan diğerine taşıyan bu taş köprü, hem bir geçit hem de bir hatıra defteri gibidir. Gün batımında köprünün üstünde durup Neckar’a baktığınızda, gökyüzü kızıl bir örtüye bürünür; suyun yüzeyi ateş rengiyle parlar. Köprünün girişinde sizi bir maymun heykeli karşılar. Elini başına koymuş, sanki “Dünya bir aynadır, kendine bak” der gibi… O an gülümsersiniz; Heidelberg, size hem tarihi hem felsefeyi bir heykelin bakışında sunar.
Dar Sokaklar, Sessiz Hikâyeler
Şehrin eski kısmına indiğinizde, daracık taş sokaklarda kaybolmak istersiniz. Her köşe başında başka bir sürpriz: Belki bir kitapçı, belki yüzyıllık bir kafe… Kapılarında asılı sarmaşıklar, balkonlarından sarkan çiçekler, her şey zamana meydan okuyor. Küçük bir kafeye oturup Almanya’nın ünlü elmalı turtasını (Apfelstrudel) kahvenizle birlikte tadarken, yan masada öğrencilerin Fransızca ve Almanca konuşmalarını duyuyorsunuz. Bu şehir, bir yandan romantik bir masal, bir yandan da canlı bir akademik dünya.
Ne Zaman Gitmeli?
İlkbaharda geldiyseniz, Neckar kıyısındaki ağaçlar yeni uyanmış gibidir; dallarından pembe çiçekler sarkar. Sonbaharda ise her şey altın, turuncu ve kızıl bir resme dönüşür. Heidelberg, hangi mevsimde giderseniz gidin, size ayrı bir hikâye anlatır.
Heidelberg bana şunu öğretti: Bazı şehirler, sadece bir yer değil, bir duygudur. Burada zaman ağır akar; aceleye yer yoktur. Belki de o yüzden şehri terk ederken içinizde hafif bir hüzün olur: Bir dostun elini bıraktığınızda hissettiğiniz o hafif boşluk gibi…
