Bir İkindi Vakti
Bir ikindi vakti güneş guruba doğru meylederken, kızıl renklerin billur tayfları arasında, derin bir tefekkür tufanında, sandalımın küreklerini hızla çekiyorum güneşe doğru. Heyhat, zaman o kadar hızlı geçiyor ki, yetişmek imkânsız. Saatin yelkovanı, kalbimin ritmleri gibi hızla atıyor. Heyecanla güneşe doğru yaklaştıkça, o benden uzaklaşıyor. Kuşlar, akşam serinliğinde, kıpkırmızı bulutların arasında, gümüş gibi parıldayan kanatlarıyla, günün son uçuşlarını yapıyorlar. Kürek çeken kollarıma yorgunluk çöküyor yavaş yavaş. Arkasından hüzünle baktığım güneş, devasa cüssesiyle dağların siluetleri arasında kaybolup gidiyor. Etrafta derin bir ölüm sessizliği. Har taraf karanlık. Kuşların kanat sesleri duyulmuyor artık. Sanki berzah âleminden bir misal yaşanıyor.
Sandalımı kıyıda bırakarak yorgun bedenimle geriye dönüyorum. Kulaklarımda sadece cırcır böceklerinin sesi ve mehtabın ışıltıları ile dalgaların üzerinde raks eden yakamozların enfes görüntüleri. Gözlerimi bir an olsun ayırmadan bu manzarayı temâşâ ediyorum. Her dalga, üzerindeki ışıklarıyla bir kere görünüp kayboluyor, ardından başka bir dalga, üzerindeki ışık parıltılarıyla zuhur ediyor ve o da kaybolup gidiyor. Belki bir günde milyonlarca dalgalar, lisan-ı halleriyle bizlere kısacık bir dünya hayatını ve arkasında ölümü hatırlatıyorlar.
Bir seyyah gibi yoluma devam ederken, uzun ve geniş bir köprüde buluyorum kendimi. Gece ve karanlık olduğundan köprünün ay ışığında parlayan demir korkuluklarını ve altta akıp giden suyun üzerindeki kabarcıklarda oluşan ışıkları görüyorum sadece. Köprünün demirlerine yaslanarak derin bir düşünceye dalıyorum tekrar.
Üzerinde durduğum köprü, ölüm ve dirilişlerin mekânı olan yeryüzü olarak tecessüm ediyor. Milyonlarca su kabarcığı, libas gibi kuşandıkları kamerin nurlarıyla köprüye doğru ilerliyorlar. Hedefe ulaştıklarında ışıkları sönüveriyor. Her bir su kabarcığı bir beden ise, üzerlerinde ışıldayan ziya, nefha-i ilâhî olan ruhu bizlere işaret ediyorlar.
Bu uzun köprünün üzerinde yürürken yeni bir günün ortasında buluyorum kendimi. İlk defa temaşa ettiğim sokaklar, geniş caddeler, rengarenk bahçeler, ağaçların üzerinde cıvıl cıvıl öten kuşlar, çantalarını omuzlarına asmış okuldan evlerine doğru koşturan çocuklar, beli bükülmüş ihtiyarlar, delicesine raks eden gençler, loş sokaklar, nuranî mescidler.. Birden ezan sesleri yankılanıyor her bir köşebaşından. İlahî davet var minarelerin şerefelerinden. Haydi namaza!, haydi felaha!.. Bu hitap insan olana. Bu hitap bana. Hemen kollarımı sıvayıp şadırvanın başına koşuyorum. Buz gizi sular, yüzümde, ensemde, kollarımdan ayaklarıma akarken, susuz kalmış bir çiçeğin suyla buluşması gibi, yeniden hayat buluyorum adeta. Allah’ın huzuruna çıkmanın şerefiyle, insan olmanın izzetiyle, bedenim ve ruhum tarifsiz bir muhabbetle doluyor. Beni muhatap olarak kabul eden Rabbime karşı şükranla iki büklüm oluyorum.
Perde perde açılan muhteşem manzaraları seyrederek yoluma devam ediyorum. Vakit ikindiyi gösteriyor. Bir koca çınarın altında oturmuş ezanı bekliyorum. Sararmış bir yaprak, dalından koparak yere düşüyor ve rüzgarda savrulup gidiyor. Tıpkı vakti gelince ruhunu rahmana teslim eden insanlar gibi. Ekseriyetle elli yaşını geçmiş herkes için mevsim, hazan mevsimidir. Nasıl bu mevsimde bütün ağaçlar ve bitkiler sararıp solar, insan da, ikindi kızıllığında guruba doğru meyleden güneş gibi, sararıp solan yapraklar gibidir. Gün gelir bir rüzgar eser ve dalından koparak süzüle süzüle toprağın bağrına düşer. Kimi Tuba ağacı gibi Cennete rüşeym salar, kimi de kör ve sağır yaşadığı için, zakkum gibi herbir yaprağı nâra dönüşür.
Rabbim bizleri razı olduğu kullarından eylesin..
Alim Sariye
Ellerine sağlık kardeşim.
Çok güzel ve anlamlı bir yazı oldu.