Bazı kitaplar, diliyle, üslubuyla ya da muhteva zenginliğiyle dikkat çekerken bazıları da düşünceyi ele alış biçimiyle ön plana çıkar ve öyle dikkat çeker. Şayet bir kitap, bu özelliklerin hepsini birden taşıyorsa, o, çok geçmeden klasikler arasında anılmaya başlar.
İşte, son zamanlarda okuduğum birbirinden güzel düşünce kitapları arasına “Özgürlüğe Kaçışım” ı da eklemiş bulunuyorum. Evet, bu kitap, sadece edebî bir eser olarak değil, edebiyattan felsefeye, tarihten siyasete, sanattan insan sevgisine kadar pek çok alana dokunan bir tefekkür kitabı olarak gerçekten alkışı hak ediyor. Hak ediyor ve yazarına niçin “Bilge Kral” denildiğini de apaçık gözler önüne seriyor.
Evet, üniversite yıllarımdan beri “Aliya İzzetbegoviç” adını ve onun bu meşhur ünvanını defalarca duydum; ama itiraf etmeliyim ki ona bu ismin veriliş sebebini ancak hapishane günlüğünü okuyunca anladım. Bilge Kral, kendisi için çile olan, ama hayatına da çok şey katan o beş yıllık hapisliğin,okurları için bir tefekkür ziyafeti olacağını muhtemelen aklınının ucundan bile geçirmemiştir.
Özgür hayatında zaten sıkı bir okur olan Aliya, içeridede çokça okuma imkânına kavuşmuş, böylece, büyük bir dezavantajı, okumayla, yazmayla ve tefekkürle büyük bir avantaja çevirmeyi başarmıştır. Güzel bir bakış açısıyla kaleminden sızan şu satırlar, sanki örtülü bir şükür cümlesi gibidir: “Meşhur bir film yönetmeni, bir insanın çok okuyabilmesi için ya çok zengin ya da çok fakir olması gerekir, demiş. Şunu eklemek isterim: Ya da bir mahpus, benim durumumdaki gibi.”
Mahpustur; lâkin gerçek özgürlüğün tadını almış, düşünceyi sanata dönüştürmenin simyasını bulmuştur. Kalemini, beyanın enginlerinedört nala sürüp durması bundandır. Bundandır, beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir çıkarımda bulunarak sık sık şaşırtır insanı. Der ki: “Hapiste iken insanın tek bir arzusu olur: Özgürlük. Eğer hapiste hastalanırsanız, özgürlüğü düşünmez, sağlığınızı düşünürsünüz. Dolayısıyla sağlık özgürlükten daha önemlidir.”
O, der ve biz de çizeriz; çünkü, okuduğumuz her eserde, beğendiğimiz sözlerin altını çizmek bizlere apayrı bir keyif verir. İsteriz ki o sözler dimağımıza yerleşsin, kendi sözlerimizi ve yazılarımızı zenginleştirsin. Lakin her eserde öylesi sözlere sıkça rastlanmaz. Ama bu kitap bir istisna diyebilirim. Bunun için, onu okurken, bütün sayfaları ve satırları çizdiğinizi görürseniz sakın şaşırmayın.Açıkçası ben, daha önce okuduğum hiç bir eseri böyle çizdiğimi hatırlamıyorum.
Edebiyat ve hikmetin bir düşünce zevkine dönüştüğü bu eser,tıpkı Montaigne’in”Denemeler”i,Ralf Waldo Emerson’un “İnsanın Görkemi,” Henry David Thoreau’nın “Walden Gölü,” Gaston Bachelard’ın “Mekânın Poetikası,” Roland Barthes’ın “Yas Günlüğü,” Victor Emil Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı,” Erich Fromm’un “Sahip Olmak Ya Da Olmak”ı ve Eric Hoffer’ın “Kesin İnançlılar”ı…ile birlikte ayrı ve özel birrafa konulmayı fazlasıyla hak ediyor doğrusu.
Bir farkla ki, Aliya, dinlerin, felsefenin; tarih, edebiyat ve sanatın müdakkik bir okuru olarak, zengin düşünce dünyasınıİslâm imbiğinden geçirerek sunma inceliğini de gösterir. Bundan dolayıdır ki, “Gerçek felsefe sadece ölüm vakıasını hesaba katan felsefedir,”diyerek, varoluş felsefesini yokluktan kesin bir çizgiyle ayırmayoluna gider. Ama bunu yaparken de her düşünce ve inançtan okuru, karşısına almak yerine bilakis yanına çekerek düşünceler dünyasıyla baş başa bırakır.
Aliya, bir tefekkür ustası olarak, edebi eserler başta olmak üzere her türlü eseri sanat katına çıkaran asıl değerin tefekkür veya ‘düşünce’ olduğu gerçeğini ustaca nazara verir. Bu noktada, şöyle bir cümle sarf eder mesela: “Cüretkar bir binaya bak. Onu beton ve çeliğin birarada tuttuğu doğrudur; ama esas doğru olan, onu birarada tutan asıl şeyin temel denge ve oranlar içindeki ‘düşünce’ olduğudur.”
Sadece bu cümleden yola çıkan nitelikli bir okur, bir tek tohumdan koskoca bir evrene kadar her eserin özünde ince bir fikrin ve hesabın olduğu hakikatini rahatlıkla kavrayabilir. Yeter ki arayış içinde olsun. Yeter ki örtmeye değil, açığa çıkarmaya yönelmiş bulunsun. Değil mi ki “Aynı şey hakkında sonsuz sayıda yalan mümkündür. Fakat onunla ilgili hakikat sadece bir tanedir.”Ve o hakikat kesinlikle değişmez. Bizlere de fikretmek ve arayıp bulmak düşer.
Çünkü insan, sürekli bir düş ve arayış eylemi içindedir. Bir hak ve hakikat savunucusu olarak, hapisliğin sunduğu tefekkür fırsatını değerlendiren Aliya da düş ve arayışın göğünde sık sık felsefenin alanından şiirin alanına taşar. Bunun için, “Yıldızlı bir gökyüzü ilim adamlarına, mistiklere, ahlak alimlerine ve şairlere aynı derecede ilginç gelir. Her biri yıldızlara bakarken farklı bir şey tecrübe eder ve kendi resmini görür. Bir görüntü, bir manzara sonsuzdur; o sadece kendisiyle karşılaştırılabilir,”derken edebiyatın da düşünce ışığıyla yıldızlaştığını fısıldar bizlere.
Evet, o, gerek şairlerin gerekse mistik ve filozofların ekseriyetle aynı ortak hakikatte buluştuğunu fark ederek, onların, hakikat düşmanı her gücün en doğal düşmanı ve hedefi haline geldiğini söyler. Neticesi hapislik veya ölüm olsa bile, bu duruş, insanlık tarihiyle yaşıttır bir bakıma. Bilge Kral, “Hakiki bir şair, hakiki bir sanatçı, istemese bile ‘mücadeleye girmiştir.’ Onun sanatı, eğer hakiki ise, daima yalanların aleyhine şahitlik etmek durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır,”diyerek, Hazreti Yusuf’tan Sokrat’a ve ondan da günümüz mahpuslarına kadar, söz konusu mücadelenin hiç değişmediğini hatırlatır.
Bereket ki haklı olan her mücadele meyvedardır. Şayet o, yazdığı bir kitaptan dolayı sakıncalı görülerek içeri atılmasaydı, karşısına çıkan bu fırsatı yepyeni eserlerle değerlendirmeseydi, belki sadece bağımsızlık kazanan bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak kalacak ve insanlık alemine değer katan bir mütefekkire dönüşmeyecekti. Öyle sanıyorum, kendisi için de, ülkesi için de ve biz okurları için de en büyük kazanım bu olmuştur. Çünkü o, bir siyasetçiden ziyade büyük bir sanatçıdır. Eseri de, “Mevzuu bakımından felsefe, mevzuunu tasavvur için kullandığı araçlar bakımından da tam bir sanattır. “Ruhu şad olsun.