Bizim Devrimiz Geçti / Mecit Öz

İşini kaybetmiş, eşini yitirmiş ve hayat sırtında ağır bir yük
halini almıştı. Yaşamın ağır yükü altında kaldırımda ağır ağır
ilerlerken bir yandan yaşadıklarını düşünüyor, öte yandan
“ne günah işledik, bilmeden ne yaptık ki bu başımıza geldi”
diye söyleniyordu. “Kader”, diyordu sonunda… “Kaderde
bunu yaşamak da varmış” diyerek teselli buluyordu.
Yürüyordu kaldırım boyunca amaçsız ve nereye
gittiğinden habersiz bir şekilde. Evde canı sıkılmış, zihnine
üşüşen düşüncelerden bunalmıştı. Biraz hava almak, can
sıkıntısını gidermek, düşüncelerini dağıtmak amacıyla
yürüyüşe çıkmıştı.
Yürüyordu, nereye gideceğini bilmeden amaçsız bir
şekilde. Yanından geçip giden insanlar vardı kendi telaşları
içinde. Kendisinin yaşadıklarından habersiz bir şekilde…
Kimse yüzüne bakmadı, selam vermedi, hiç biri halini
sormadı yanından gelip geçerken… Kendisi de bakmadı
yüzlerine yanından gelip geçenlerin, içlerinde tanıdık bir
sima çıkabilir endişesi içinde. Tanıdık bir sima görmek
istemiyordu. Artık tanıdıkları da yabancıydı onun için.
Yaşadığı acıya duyarsız kalmışlar, selamı sabahı kesmiş,
ahvalini sormamışlardı. Yürüyordu kaldırımda yüzü yerde,
sessizce, hüzünlü düşünceler içinde. Yüz yüze gelmek
istemiyordu kaldırımda yürüyenlerle. Yüzlerine bakıp göz
göze gelince düşünceleri depreşiyor, başka türlü düşünüyor,
acılarına duyarsız insanlar geliyordu aklına. Bu duyarsızlık
nedeniyle katmerleniyordu acıları…
Yüzü belirsiz kalabalıklar içinde, belirsiz düşüncelerle bir
süre yürüdü. Kendi mahallesiydi burası, çocukluğunu
yaşadığı, ailesiyle mutlu günler geçirdiği mahallesi. Yıllar
süren arkadaşlık, komşuluk ilişkilerinin olduğu mahalleydi.
Ve şimdi, yıllardır yaşadığı mahallenin kaldırımlarında
yürürken kendini bu mahalleye ve mahalleliye yabancı
hissediyordu. Kısa bir süre ayrı kalmasına rağmen her şeyi
değişmiş hissediyor, herkesi değişmiş görüyordu. Mahalle

değişmemişti. Sokakları, kaldırımları ve dükkânlarıyla
bıraktığı günkü gibiydi ama mahalleli çok değişmişti…
Köşeyi döndüğünde ara sıra takıldığı mahalle kahvesini
gördü. Her zaman ki gibi kalabalıktı. Muhtemelen içlerinde
tanıdıkları, eski ahbapları vardı. Yanlarına gidip otursa eski
tadı bulabilir miydi? Bir an bunu düşündü. Sonra vazgeçti.
Yürümeye devam etti. Ana caddeye yaklaştıkça kalabalığın
arttığını, araba gürültüsünün çoğaldığını fark etti.
Kalabalıktan rahatsız oldu. Caddenin canlılığına inat kendisi
cansızdı, gürültüsüne inat sessiz. Yürüyen bir ölü gibi cansız
ve ruhsuz yürümeye devam etti. Görünmek ve bilinmekten
kaçmak düşüncesiyle adımlarını hızlandırdı.
Hızlı adımlarla yürürken “Bizim hayatımız durdu” diye
düşündü, kendisi gibi olan insanları da içine katarak. “Bizim
devrimiz geçti”, dedi kendi kendine, fısıltı halinde. “Zamanın
dışına itildik, yaşayan ölülere döndük yaşamın içinde”, diye
devam etti. Sonra söylenmeyi kesti. Ardından hayat sürüyor,
dedi bize rağmen. Herkes işinde gücünde… Sanki hiçbir şey
olmamış gibi. Ya benim işim, gücüm? Ne işim var, dedi
mırıltı halinde ne de işte çalışacak gücüm. Yürümeye bile
dermanım yok ama neyse, diyerek yürümeye devam etti.
Dermansız adımlarla kavşaktan karşıya geçerek sahile
inen caddeye yöneldi. Şehrin ve insanların sıkıcılığında ve
boğuculuğuna inat denizin enginliğine ve dalgaların kıyıya
her vuruşunda insanın içine huzur veren sesine koştu. Denizi
karşısına alacak şekilde söğüt ağacının gölgesine konulmuş
olan banka oturdu. Gözlerini denizin sonu görünmeyen
enginliğine çevirerek yaşadıklarını, kaybettiklerini biraz olsun
unutmak, unutabilmek umuduyla seyre daldı. Daldı, lakin
dünyanın gerçeklerinden, hayatın akışından kurtulamadı.
Oturur oturmaz yorgunluk çöktü bedenine, ruhunun
yorgunluğu yetmiyormuş gibi. Yürümekten yorgun düşen
ayaklarına saplanan ağrıların acısına dayanmazken bu defa
yaşadıkları acı dolu günlerin etkisiyle erken kaybettiği eşinin
acısı, hasreti saplandı kalbine. Dizlerine inen ağrı mı yoksa
kalbine saplanan acı mı, hangisi daha dayanılmaz olandı?
Bir süre bunu düşündü. Bu düşünceler içinde dalgaların

kıyıya vuran sesini unuttu. Dalgaların kıyıya vuran sesinde
dinlenecek, huzur bulacaktı oysa. Lakin olmadı, başaramadı.
Aksine bedenine ve ruhuna saplanan acılardan dalgaların
huzur veren sesini unuttu, duyamadı. Neye niyet neye
kısmet, diye söylendi kendi kendine. Ve ekledi; giden gitti,
kaldım yapayalnız, acılarımla tek başıma. Bulutsuz, güneşli
bir günde güz yağmurları döküldü gözlerinden dizlerine…
Kaybettiği sevdiğinin özlemiyle… Yaprakları dökülen ağaçlar
gibi kuru dallara döndüğünü düşündü. Yeni bir bahara
erebilmenin umudunu da içinde taşıyarak…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *