Dosta Mektup 3 /Yusuf Çiçekbaba

Sernâme-i nâme nâm-ı Deyyan

Sevgili kardeşim,

Kaç gündür sana yazmak istiyorum. Zihnimde kesip biçiyorum, kuruyorum ne yazacağımı, seninle sohbet ediyorum. Ama üst üste öyle feci, öyle yürek yakıcı haberlerle sarsılıyoruz ki inan söyleyeceğim sözler, yazacağım harfler rüzgarın önünde savrulan yapraklar gibi uçup gidiyor.

Ben küçük şeylerden, ayrıntılardan, görünmeyenden bahsedecekken tam da, öyle büyük zulümler, gadirlerle ilgili haberler geliyor ki kulağımıza. Bu mektupta gerçekten de küçük gibi görünen ama birikince, büyük bir kitleye mal edilince küçücük kar tanelerinde oluşan koca çığ gibi yıkıcı bir felakete dönüşebilme ihtimali olan felaketlerden bahsedecektim. Ben birkaç gün önce bu zihnimde kurduğum mektubu yazmak için kağıt kalem alıp bir köşeye oturacakken Feridun’un cansız bedeni sudan çıkarılırken çekilmiş fotoğrafını gördüm. Kalemi elime alamadım. Bu küçük bedenin büyük ama sessiz çığlığı karşısında kalem feryat ederdi, mürekkep ağlardı da ben ne yapardım. Susardım sessiz ve çaresiz. Belki sadece yakıcı isimler okurdum. Ya Kahhar, Ya Cebbar derdim; Ya Hâlik derdim iki gözü iki çeşme “he” harfiyle. Ya Müzill derdim. Öfkemi ve duamı dillendirmeden bu kudsi isimlerin gereğine bırakırdım.

İş yazmaya gelince sevgili kardeşim, ben büyük acıları yazabilecek bir kaleme sahip değilim ne yazık. Çoğu zaman bu öyle bir trajedi ki ben yazamasam da yazanlar çıkar nasılsa kolaycılığına sığınıyorum.

Üst üste ölümler, intiharlar derken üstüne Feridun’un ve ablalarının kıyıya vuran cesetleri…

Oysa ben kayıt dışı mağduriyetlerden bahsedecektim sana. Oturduğum binadan üç aile taşındı birkaç ay içinde. Bu sadece bu binaya has bir şey değil dostum, buralarda her binada, her şehirde böyle. Sessizce birileri taşınıyor durmadan. Biri ara sıra asansörde selam verdiğim bir öğretmendi. Çalıştığı kurum kapatılınca zor günler geçiriyorlarmış diye duymuştum. Öyledir zahir. Yüzü düştü önce. Zaten esmer bir adamdı, gülümserse biraz sevimli oluyordu yine de. Gittikçe ümitsizlik akmaya başladı yüzünden, hüznü uzaktan bile belli oluyordu. Öylece önüne bakarak yürüyen, konuşurken gerekli gereksiz her konuda özür dileyen birine dönüştü. Bir gün evin önüne kamyon gelmiş. “Arabanızı çeker misiniz, taşınıyoruz da” diyordu bir komşuya. Bu sefer o yoğun hüzünle birlikte hayata karşı bir öfke okudum yüzünde. Derin bir öfke, belki sonraki nesillere miras bırakılacak, gittikçe derinleşecek bir öfke. Dostum, biliyor musun, aslında en çok bu öfkeden korkuyorum. Bu öfke bu insanları olmayacak işlere, kendilerini de yakıp bitirecek kırılmalara savurursa diye titriyor kalbim.

Taşındılar, daha ucuz bir eve. Belki dört odadan iki odaya düşecek evleri, belki doğal gazdan sobaya düşecekler, belki şehirden köye sığınacaklar. Bazıları da tanındıkları çevreden, kimsenin kendilerini tanımadığı bir çevreye gitmek için taşınıyorlar.

Diğer ailelerin babaları yoktu zaten. Bir bahaneyle içeri alınmış eğitimciler. Çocuklar durumu bilmiyorlardı önceleri, sonra öğrenmişler. Öğrenince üzüleceklerine sevinmişler biliyor musun? Babamız kaç aydır neden bizi aramıyor diye merak ediyor, annelerinin üzgün olduğunu gördükçe de terk edildiklerini düşünüyorlarmış. Kendi durumlarını biliyorlar ama birbirinin durumundan haberleri yok. Yine de nasıl olduysa samimi olmuşlar, hep beraber geziyorlar, top oynuyorlar ilerdeki okulun bahçesinde.

Osmancık, Halukçuk, Ahmetçik. Her biri bir köşesine gitti yurdun. Biri daha ucuz ev diye taşındı. Biri anneanne yanına. Biri köye. Onların bazen hüzünlenmeleri, kendilerini değersiz görmeleri… Okula suçluymuş gibi gidip gelmeleri vardı. Bazen yanlarından geçerken bir laf attım bir şaka yaptım diye sevinmeleri vardı.

Osmancık da işte tam Feridun gibi çelimsiz, gülünce gamzeleri çıkan, şeker bir çocuktu. Şimdi merdivenden inerken, binanın dış kapısından çıkarken onlara rastlamıyorum artık. Gittiler.

Osman’ın da ablası vardı Feridun’un ablaları gibi, Neslihan. Geçen gün asansörde onun can ciğer arkadaşı Betül’le karşılaştım.

“Kız niye tek başına geziyorsun hep?” dedim.

“Amca” dedi, “zaten zor arkadaş buluyorum, anlaştığım arkadaşlarımla da hep ayrılmak zorunda kalıyorum.” Dokunsan ağlayacak. Görüş gününe gelmişler. Beraber oynadıkları oyuncaklar varmış, Neslihan onları getirip hediye etmiş Betül’e.

“Nasıl olsa anneannemin şehrinde beraber oynayacak arkadaşım yok.” demiş.

Şimdi en çok iki ayda bir babalarını görmeye geleceklermiş. Gelince arkadaşıyla görüşmeyi umuyordu Betül. Arkadaşına hediyeler hazırlıyormuş. Bu iki küçük kıza da görüş günü olacak demek o gün.

Herkes konuştuğumuz zaman “Evet, bizim binada da bir arkadaş vardı, gitti. Çok iyi adamdı Allah için.”diyor. Ama herkesin sadece o kendi tanıdığı arkadaşı iyi, sadece o kandırılmış. O haberlerde gördükleri ise hep kötü insanlarmış.

Bunları düşünmüştüm kardeşim. Bu çok görülmeyen, dikkat çekmeyen, küçüklerin küçük acılarından bahsetmeyi kurmuştum. Değersiz görünen. Ama Allah Deyyan değil mi? O küçük hesabı da büyük hesabı da kaydediyordur değil mi?

Bu kayıt dışı mağduriyetlerin belki dünya mahkemelerinde hiç bir zaman karşılığı olmayacak. Osmancık’ın yüzündeki yaşına uymayan hüznü, küçük Haluk’un başını önüne eğip sessiz ve ezik attığı adımları, Betül’ün, Neslihan’ın gözyaşlarını hangi dünya terazisi ölçer değil mi? Ama O Deyyan ise, bunları bile tartacaktır.

Kaldı ki Feridun’un, ablalarının cesetleri, Rana bacının, Nur öğretmenin ölümleri ve daha kimlerin kimlerin dünya ölçeğiyle bile terazileri kıracak trajedileri…

Daha ne diyeyim kardeşim. Söz verdiğim için bu kadarını da zar zor yazabildim. Yazarken gözlerimin yaşaracağı, iki de bir gözlüğümü çıkarıp gözlerimi ovuşturmak zorunda kalacağım hiç aklıma gelmezdi.

Ege’yle birleşen bütün denizlerin, okyanusların dalgaları adedince dua gidenlere, peşlerinde gözleri nemli bakakalanlara, sana da selam dostum o dalgaların köpükleri sayısınca. Sen de yaz.

Dostun

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *