“Etme, bulma dünyası!” denen bir alem içerisinde gün tüketirken en çok neyden
şikayet ederiz, hiç düşündük mü? Bu sorunun cevabını siz kendi içinizde bulmaya
çalışırken, koca bir divan edebiyatı tarihinde şikayet mevzusu olarak karşıma en çok
vefasızlık, haksızlık ve adaletsizlik çıktı. Buradan hareketle insanoğlunun küre-i arza
ayak basmasından bugüne kadar geçen sürede yine bu üç kavram karşımızda tüm
melanetiyle arz-ı endam etmekteydi.
Divan edebiyatını yazan kalemler, adaletiyle cihana nam salmış Fatih dönemi
günlerinden geçip, türlü haksızlık ve hukuksuzluğun kol gezdiği bir döneme
gelmişken, devrin bu meş’um halini en güzel ifade eden şairlerden biri olan Ziya Paşa
şöyle der;
Zalim yine bir zulme giriftar olur ahir
Elbette olur ev yıkanın hanesi viran
Tanzimat Dönemi’nin sesi olan şair, aslına bakılırsa kendi devrinden önce süregelip,
kendinden sonra da devam edecek sosyolojik bir vaka’yı resmetmektedir. Zalimin,
yaptığı onca zulüm ve haksızlık neticesinde, işleye işleye meşru hale getirdiği
haksızlıkların birine giriftar olacağını haber vermekte, bir bakıma asırları aşan bir
nasihat ve ikazda bulunmaktadır. Zaten tarihe baktığımızda, bu sözün hakikatini
yaşanmış hadiselerle görmek ve anlamak pek mümkündür. Adaletin, mülkün ve tüm
varlığın temeli kabul edildiği anlayıştan sapan insan ve insanlar, dünya üzerinde
zulmün, acının ve haksızlığın icrasında baş rolde bulunmuş ve bulunmaktadırlar.
Buna rağmen, kendi elleriyle hazırları kötü akıbetten de kendilerini kurtaramamaktalar.
Topkapı Sarayı’na gidenlerin veya onu resimlerde görenlerin dikkatini çekmiş midir
bilmem ama sarayın batı duvarına yakın bir yerde yükselen bir kule vardır.
Yüksekliği, etrafında bulunan bütün yapılardan fazla olan bu yapıya Osmanlı Devleti
zamanında “Adalet Kulesi” denmekteymiş. “Adalet, her şeyin üzerindedir!” demeye
gelen ince bir davranış. Fatih Dönemi ile dünya üzerinde konuşulmaya başlanan
“Osmanlı Adaleti” kavramı, kuleyle temsil edilen adaletin ruhunun ne denli hayatın
içerisine aksettirildiğin de bir kanıtıdır. Bir de günümüzde inşa edilen “Adalet
Sarayları” ile içlerinde yaşananların tezatlığını düşündüğümüzde, o zamanda halk
arasında yapılan bu işin çok değerli olduğunu idrak ediyoruz.
Bosna-Hersek’e gittiğimde, orada asırlardır anlatılan bir rüyayı dinleme fırsatım oldu.
Fatih Sultan Mehmet’in, Bosna-Hersek ziyaretinde otağını kurduğu tepede bizzat
gördüğü rüya, Fatih’in adalete neden önem verdiğinin haklı gerekçelerinden birini
gözler önüne serer.
Fatih Sultan Mehmet, o gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.), Ebu Bekir
Efendimiz’i (r.a.), Osman Efendimiz’i (r.a.) ve Ali Efendimiz’i (r.a.) görmüştür. Fakat
Efendimizi ve dört halifeden üçünü gören Fatih Sultan Mehmet, dört halifenin ikincisi
olan Ömer Efendimiz’i(r.a.) neden göremediğini anlayamamıştır. Sabah olduğunda ilk
iş olarak rüyasını yorumlatmış fakat kimse dişe dokunur bir tevilde bulunamamış.
Daha sonra, Bosna-Hersek’te bulunan Allah dostlarından biri gelmiş ve Fatih’in
rüyasını dinledikten sonra sakin sakin konuşmaya başlamış;
“Hünkarım, ilk olarak sizin Peygamber Efendimiz’i görmeniz, buraların yani Bosna-
Hersek’in kıyamete kadar İslam’ın bir beldesi olacağını müjdeler. Ebu Bekir
Efendimiz’i görmeniz ise size ve devletinize bu topraklardan pek çok sadık insan
çıkacağını haber verir. Osman Efendimiz’i görmeniz, buradaki insanların ahlaklı ve
haya sahibi insanlar olacağına delalet eder, Ali Efendimiz’i görmeniz de buradan pek
çok mücahit ve yiğidin çıkacağını haber verir!” Fatih buraya kadar dinlediği
konuşmadan memnun şekilde asıl merakını gidermek ister ve Ömer Efendimiz’i
neden göremediğini sorar.
“Hünkarım, bunun sebebi de şu ki, eğer siz ve devletiniz bu topraklardan elinizi ve
hakimiyetinizi çekerseniz, bir daha buralarda adaletin esamesi okunmayacak!” der.
El-Hakk, Allah dostunuz dediği gibi de olmuştur. Şekilcilik yapıp, Osmanlı’nın fesini,
kavuğunu, kaftanını, mehterini örnek almak yerine bu yüce hasletini günümüze
taşısak daha isabetli bir davranış sergilemiş olmaz mıyız? Ve şimdi durup günümüze
bakınca, Ziya Paşa’nın sözlerini bir kez hatırlamak ve hatırlatmak gerekmez mi?
Fadi Kılıçzade