Günler ve geceler her gün elem ve keder içinde geçerken, günler zulme ve haksızlığa uğramış
olmanın verdiği acıyla ardı ardına gelirken; işinden, çok sevdiği mesleğinden atılmış olmanın elemi içini
yakarken gönlüne bir anda gelen esinti içini taze bir bahar coşkusuyla doldurdu. İçindeki yeisi öldürdü ve
kederi alıp götürdü.
Geçmişte başka sabahlar olmuş, başka günler, başka baharlar yaşanmıştı. Şimdi de her şeyin
yeniden başladığı, başlayacağı yeni sabahlar, yeni baharlar yaşanabilirdi. Madem hayat vardı, o halde
umut da vardı. Madem yaşıyordu, hayattaydı, nefes alıyordu, o halde içinde bulunduğu durumdan
kurtulabilir, başka günler, başka baharlar yaşayabilirdi. Bunu yaşamak kendine, kendi azmine, gayretine
bağlıydı.
Bir anda ümit doğdu içine. Yeni bir diriliş, yeni bir doğum yaşadı. Canlılık geldi gönlüne. Zihni
aydınlandı. İmanın aydınlığında yeniden hayata bağlandı. Anladı ki kaybedilen bir şey yoktu, mücadele
henüz bitmemişti. O halde kazanma ihtimali vardı. Kaybettiği günlerin telafisi vardı.
Bu durumda içinde yuvarlandığı miskinlikten kurtulmalı, kendini kapattığı karanlıktan çıkmalı, hemen
bir şeyler yapmalıydı. Böyle oturarak, her şeyden ve herkesten kaçıp kendini kapatarak bu hayatı
sürdüremez, devam ettiremezdi. Böylesi bir hayata hayat da denemezdi zaten. Kendisine bunu
yapanların, yaşamına acılar salanların istediği de bu değil miydi? Her şeyden tecrit etmek, ölmeden
öldürmek istemiyorlar mıydı kendisini ve kendisi gibi olanları? “Yaşayan ölülere çevirdik” düşüncesiyle
sevinmiyorlar mıydı?
O halde… Ne diye onları sevindirecekti, ne diye onların istediklerinin gerçekleşmesine imkân
verecekti. Bunca zamandır ne diye kendi kendini içeri, eve kapatmış, hayattan kopmuştu sanki. Bu
haline hayıflandı, kendi kendine kızdı.
“Hay aksi… Nasıl da kendi kendime onların amacına hizmet etmişim. Ah kafam! Kaç zamandır
zaman işlemiş ben durmuşum. Hiç farkında olmadan onların amacına hizmet etmişim” diye düşündü,
sonra da kendi kendine söylendi:
“Yok yok… Artık paydos böylesi hayata… İçe kapanmaya, hayattan kopmaya, gam ve kedere
bürünüp günleri geçmez, hayatı çekilmez kılmaya. Artık yeniden doğuyorum hayata, mutluluğa,
huzura…”
Bu düşüncelerle oturduğu koltuktan kalktı, kendine çeki düzen verdi. Üzerini değiştirdi. En sevdiği
gömleğini ve pantolonunu giydi. Aynanın karşısına geçip kendini seyre daldı. Gülümsedi, gülümseyen
bir yüzle karşı karşıya geldi. Gömleğinin yakalarını düzeltti, dağınık saçlarını taradı. İçine doğan bu yeni
umut ışığı için Rabbine şükretti. “Solan umutlarımı dirilten, ölü ruhuma hayat veren Allah’a hamdolsun,”
dedi. Bu hamd ile birlikte eski günlerinden kalan yürüyüş ayakkabılarını giydi, “Bismillah” diyerek evden
çıktı.
Kapının önünde bir süre bekleyerek etrafın seyrine daldı. Bu seyir içinde ne yapacağını, nereye
gideceğini düşündü.
“Sahile gitmeliyim. Denizin dalgalarında dünyanın dağdağasından uzaklaşmalı, deryanın enginliğinde
dünyanın sıkıcı ve boğucu havasından kurtulmalıyım” diye söylendi.
Haklıydı… Denizin enginliğinde, gönlüne ıstırap veren sıkıntılardan, darlıktan kurtulabilir; denizin
akıntısına kapılıp kendinden, kendini sıkan düşüncelerden ve duygulardan uzaklaşabilirdi.
Bu düşünceyle bahçe kapısına yöneldi. Demir kapının ataletten paslanmaya yüz tutan kolunu çevirdi.
Günler sonra olsa da bahçe kapısından caddeye ilk adımını attı. Sağa sola meraklı gözlerle, bir yabancı
gibi bakındı. Değişen bir şey yoktu. Her şey yerli yerindeydi. Caddede trafik her zamanki gibi hızla
akıyor, motor seslerine korna sesleri eşlik ediyordu.
Kaldırım tenhaydı. Öyle fazla insan kalabalığı yoktu. Günün öğleye evrildiği bu saatlerde güneş
kemale ermiş, eriştiği en tepe noktasından bütün sıcaklığıyla kendini hissettiriyor, insanları serin,
gölgelik alanlara kaçmaya zorluyordu.
“Böylesi daha iyi,” dedi. “Sokakta kimsenin olmaması daha iyi. En azından istemediğim simalarla
karşılaşmam” diye kendi kendine teselli verdi.
Günlerin geceye döndüğü o günden beri hayatında değişen çok şey olduğu gibi dostlarıyla,
arkadaşlarıyla da ilişkileri değişmiş, aralarından çok sular akmıştı. Fırtınaya dayanamayan ağaçların
devrilişi gibi kimi arkadaşları o fırtınanın ardından devrilmiş, her biri bir yana savrulmuşlardı. O günden
sonra hiç biri kapısını çalmamış, arayıp ahvalini sormamıştı. Yolda görseler bile görmezlikten gelir
olmuşlardı. Uzaktan görünce kaldırım değiştiren, başka yola sapanlar olduğu gibi karşılaşınca bir
selamla geçiştirenler de vardı.
“Ah, böyle zamanlar!” diye hayıflandı. Sonra da “böyle zamanlar bir turnusol kâğıdı” diye kendi
kendine söylendi. “Gerçek dostluklar, sahte gülücükler böylesi zamanlarda ortaya çıkıyor, bir birinden
ayrışıyor, insanların gerçek yüzünü, kratını ortaya koyuyor,” diye ekledi.
Bu düşüncelerle sağa döndü. Sahile uzanan yol sağ taraftaydı. Ağır adımlarla kaldırım boyunca
yürümeye başladı.
Ah bu cadde, bu kaldırım! Geçmişte adımladığı kaldırım mıydı? Ya üzerine bastığı kaldırım taşları?
Onlar da eskisi gibi miydi? Kaldırım boyunca belli aralıklarla gökyüzüne uzanan selvi ağaçları… Onlar
da yerli yerinde duruyor muydu eskiden olduğu gibi? İçlerinde o fırtınadan sonra dayanamayıp
devrilenler var mıydı?
Zihninde bitmeyen sorularla eskiden defalarca yürüdüğü, her taşını, her yanını en ince ayrıntısına
kadar bildiği kaldırım boyunca ilerlerken bir yabancı gibiydi. Sanki daha önce burada hiç yürümemiş,
buradan hiç geçmemiş gibi bir ruh haliyle ilerliyordu. Onun bu halini görenler onu buranın yabancısı
sanabilirlerdi.
Bu kaldırıma, bu caddeye hem yabancıydı hem de yabancı değildi. Böylesine zıtlık içindeydi. Bu
cadde bu kaldırım, kaldırım boyunca dizilen ağaçlar, sıra sıra evler hepsi aynıydı. Hepsi bildiği gibiydi.
Hepsi evvelden olduğu gibi yerli yerinde, olması gereken yerdeydi. Yalnız kaldırım taşları ayaklar altında
kalmaktan, kışın soğuğundan, yazın sıcağından biraz daha eskimiş, yıpranmış; ağaçlar biraz daha
büyümüş, evlerin boyası biraz daha solmuş veya dökülmüştü. Bunun dışında hepsi bildiği gibiydi,
bıraktığı gibiydi.
Ya kendisi? Kendisi öyle miydi? İbrahim Tatlıses’in “Yalnızım” şarkısında dile getirdiği mısralar
döküldü dilinden gayrı ihtiyari:
“O eski halimden eser yok şimdi
Izdırap içinde yorgunum şimdi
O eski halimden eser yok şimdi
Izdırap içinde yorgunum şimdi.”
Bu duygu ve düşünceler içinde sahile indi. Oturacak gölgelik bir yer bakındı. İleride bir ağacın altında
denize doğru bakan bir bank gözüne ilişti. Ona doğru yürümeye başladı. Yanına varınca bir banka baktı,
bir de banktan görüne manzaraya. “Burası güzel,” dedi. “Tam istediğim gibi. Hem güneşin sıcaklığından
beni korur hem de seyretmeyi arzuladığım denizi, dalgaları, enginliği yakından seyredebilirim.
Dalgaların kıyıya vuran sesinde kendimi bulabilirim” diye söylendi.
Dalları göklere uzanan ve etrafa yayılan çınar ağacının altına konulmuş olan banka oturdu. Kendini
denizin seyrine bıraktı. Çınarın altı serin, üstü yeşildi. Deniz mavi, gök maviydi. Etraftan sesler geliyordu.
Sahil boyunca sağa sola yürüyen insanların sesleri geliyordu. Hem yürüyor hem de muhabbet
ediyorlardı. El ele tutuşan, kol kola yürüyen eşler, sevgililer… Hayatın neşesindeydiler. Öte yanda
parkta oynayan çocukların çığlıkları, neşesi eşlik ediyordu buna. Uzaklardan, denizden martıların sesi
duyuluyordu. Martıların sesine karışıyordu parkta neşeyle oynayan çocukların sesi. “Çocuklar hayatın
neşesi,” diye düşündü kendi çocuklarını hatırlayarak. Çocuklarıyla birlikte kim bilir kaç defa gelmişti bu
parka. Kaç defa onların salıncakta sallanışını izlemiş, kaydıraktan kayarken ki neşelerine şahit olmuştu.
O günden bugüne park çok değişmişti. Tabi ki çocukları da değişmişti. Büyümüşlerdi. Okuyup meslek
sahihi olmuş, hayatın hay huyu içinde her biri yuvadan kopmuş, başka diyarlarda kendilerine yeni
yuvalar kurmuşlardı. Kızı okuyup avukat olmuştu. Hali vakti yerindeydi. Oğlu öğretmen olmuş
memleketin çocuklarını geleceğe hazırlıyordu. Bir zamanlar çocuklarla cıvıl cıvıl olan evi onların
gidişinden sonra sessizliğe gömülmüştü sanki. Arada bir gelirler, bayramlarda evi şenlendirirlerdi. Lakin
geriye kalan zamanlarda kendi halineydi. Böyle zamanlarda çocuklarını hatırladıkça, onların evin
içindeki koşturmaları, oyunları hatta zaman zaman yaptıkları kavgaları aklına gelir, içine çöken hüzünle
sessizliğe gömülürdü. Yokluklarının, ayrılığın, hasretin hüznünü derinden hissederdi.
“Şimdilerde ne kadar yalnızım,” dedi kendi kendine.
Evlatları sık sık telefonla ararlar, halini hatırını sorar, gönlünü hoş ederlerdi. Bayramlarda, tatillerde
gelir hasret giderirlerdi. Fakat yoktular işte, yanında değillerdi. Koca evde tek başınaydı. Hele eşini,
hayat arkadaşını kaybettiği günden beri, iki yıldır tek başınaydı, yapayalnızdı. Evlatları sürekli arayıp
“baba orada yalnız kalma, gel bize, beraber kalalım” deseler de kopamıyordu buradan. Yıllarının geçtiği,
hatıralarının saklı olduğu bu evden kopamıyordu. Burası onun eviydi. Burada her şeyi ile rahat ediyordu.
Gerçi yemek yapmak, etrafı derleyip toplamak biraz güç olsa, rahatsızlık verse de eh şimdilik eli ayağı
tutuyor, üstesinden gelebiliyordu. Evlatlarının yanına gitse her biri bundan mutlu olur, kendisini mesut
ettirmek için yapılması gereken ne varsa yaparlardı. Ama onlara rahatsızlık vermek istemiyordu. Onların
da bir düzeni vardı ne de olsa, gidince bu düzenleri bozulacak, yeni bir düzen kurmak zorunda
kalacaklardı. Hem rahat edemezdi oralarda. Yabancısı olduğu bir şehirde, tanımadığı insanlar
arasında… Bu sebeple bir hafta bilemedin iki hafta ancak kalıyordu yanlarında. Bir insan için en sıcak,
en güzel ve en huzurlu yuva kendi yuvasıydı. Bu yüzden fazla ayrı kalamıyor, hemen dönüyordu
yuvasına.
Bu düşünceler içinde kendinden geçmişten “selamün aleyküm” diyen bir sesle kendine geldi. Yirmi
yaşlarında iki gençti selam veren. Bankı gösterip “oturabilir miyiz?” diye sordular. “Ve aleyküm selam”
diyerek aldı selamlarını. Sonra da kendini toparlayıp yer açtı onlara. “buyurun gençler, dedi. “buyurun
oturun.”
Bir süre sessiz kaldılar. Ne kendisi konuştu ne de gençler.