Hüzün Bize Yabancı Değil / Üsame Işıldak

Öyle çok uzak bir zamandan bahsetmiyorum. Kırk, elli yıl öncesi sadece. Savaş artığı bir neslin ayak seslerinin çok net duyulduğu yıllar. Yokluk yılları ve devamı. O zamanlar bizler de çavdar ekmeği bulunca sevinen çocuklardık. Evde ekmek olmayınca komşudan gelen koku ile yerinde duramayıp ağlayan, ağlayınca annesinden kötek yememek için dama çıkan ama nihayet annesinin elinden geçen çocuklardık. Biz baba evinde doya doya oyun oynamadan henüz on dört yaşında gelin gitmiş, gelin gittiği evde de kalabalık bir aileye bir yönüyle hizmetçi olmuş ancak evin ambar anahtarının kaynananın boynunda asılı olmasından dolayı yıllar geçse de doyasıya öğün yiyememiş ve hep gariplik soluklamış annelerin çocuklarıydık. Biz soğuklarda kilometrelerce yürüyerek okula giden ve dönerken de aç susuz kurda kuşa yem olmadan eve ulaşmak için çaba gösteren ama çoğu zaman yollara yenik düşüp abimizin ablamızın yardımları ile eve dönebilen çocuklardık. Yaz tatillerinde aile bütçesine üç beş kuruş katkımız olur düşüncesi ile boyumuza posumuza bakmadan boya sandığını yüklenip üç beş ayakkabı boyamak için o köşe senin bu köşe benim dolaşan; boya işi iyi gitmeyince de bidonlara doldurduğumuz soğuk suları satmaya çalışıp akşam eve ölü gibi dönen çocuklardık. Biraz daha büyüyüp lise ve üniversite çağına gelince de inşaat iskelelerinde hiç bir tedbirin olmadığı ortamlarda gündelik çalışan amelelerdik. Ama biz bunları yaparken kimseden takdir, teşekkür veya bir gönül alma gibi sesler duymazdık. Hayat donuk akardı üzerimizden. Tebessüm denen güzel kuş neden uğramazdı semtimize bilmem. Annem gülerdi zaman zaman, şimdi hatırlıyorum onun gülüşlerinde bile bir hüzün vardı. Babamın yüzü hep bir dağ yamacı gibiydi zaten. Neler yaşadı çok bilmem. Biraz geriye gittiğimizde hemen göçleri, savaşları görüyorduk. Büyüklerden dinlediğimiz göç hikayeleri tamam bir hüzün bestesi idi. Biz okuma imkanı bulunca, okuma imkanı olmayan çocuklar okusun diye bayramlarda gönüllü olarak kurban derisi toplardık. Böylece birilerinin yüzünün güleceğine inanırdık. Kimin derisini istesek ‘‘yok‘‘ demez diye kırk defa düşünürdük. Sonra gidip kapıyı çaldığımızda ‚‘makbuz getir verelim‘‘ sesi ile donar kalırdık. Ama biz ümitsiz olmazdık. Başka kapılar açardı Mevlam bize. Ama akşam eve geldiğimizde fırçalarımızın hazır olduğunu da bilirdik. Sırf Allah için hizmet ederken zaman zaman babalarımızla karşı karşıya kalırdık. Onlar bizi anlamazdı. Biz de onları kırmaktan çok korkardık. Ama işimizi de yapmalıydık. Böyle iki arada hayat devam ederdi. Yalnızdık. Üç beş kişi olunca nasıl da sevinirdik. Hep yapılacak işlerden bahsederdik. Bir şeylerin tamirine koşar gibiydik sürekli. Hep hüzün soluklardık. Kimsesizler, çaresizler, yetimler ve bahtı bir türlü gülmeyen nesiller vardı karşımızda, sağımızda, solumuzda. Biz de farklı değildik ama Rabbim bir güzel yol bahşetmişti bize o günlerde. Anlayacağınız biz hüzne yabancı değiliz. Bizim gülmelerimiz bile zaten hüzün arası. Biz şimdilerde kendisine değil, inşallah şehitlerimiz Gökhan Açıkkollu’nun eşi ve yavrularına, Esma ablanın eşi ve yavrularına, Feridun yavrumuz ve ailesine, biricik Furkanımıza, annesine hapisteki babasına, kanatları gözükmeyen yiğit ablamız Melek Çetinkaya ve oğlu Furkan’a, harbiyeli gençlere ve diğer binlerce ablamız, abimiz ve yavrularımıza hüzünleniyor göz yaşı döküyoruz. Kendimizi düşünecek pek vakit kalmasa da gece hem muhasebemizi yapıp hem de seccade ile hüzünlü bir hasbihal ediyor onun da hakkını vermeye çalışıyoruz. Başımız secdede sanki Rabbimizin ayaklarına kapanmış gibi mutluyken bile Rabbim kardeşlerimizi kurtar, onları eşleri, anne babaları, çocukları ve sevdiklerine kavuştur diye yalvarıyoruz.Üsame Işıldak