“Ah! Aza Hasan ah!… Bu inadından vazgeçsen ne olurdu sanki?” Başköşede yatağı öylece serili dedemin. Gözleri boşlukta, maziyi tekrar tekrar aralar gibi; o anda bulduğu bir hatırasını yeniden yaşıyor gibi… Kitaplarımı öylece yığıyorum orta yere. İki halı aralığına bir ibrik suyu döküp iskemleye oturuyorum. Duvarlarda yer yer çatlaklar… Yıllara direnmeye çalışan pencere yuvasından düştü düşecek. Her ayrıntıda yaşanmışlığın izi… Çocukluk izlerimin capcanlı durduğu bu yerleri ihmal ettiğime hayıflanıyorum her seferinde. Biraz daha bekle diyor, içimden bir ses. Birazdan gün devrilecek, ihtiyar amcalar bir bir içeriye dökülecek, hikâyeler ardı ardına akmaya başlayacak…
Zamanın uzun koridorlarını arşınlayarak bu günlere gelen dedem Said’i izliyordum. Işığı sönmüş gözlerini tavan boşluğuna dikmiş, öylece bakıyor. Hatıra heybesinden hangisini çıkarıp yaşıyordur şimdi? Tavanda hezene bağlı pervane durmadan dönüyor, döndükçe yerdeki ıslak toprağın kokusunu etrafa yayıyor. Uzun Tarık kapıdan ünlüyor: “H Sait, H Sait kalk hele!… Uyuma vakti mi yavv!” “…” Dedem gözlerini kaybettikten sonra yirmi yıldır evin bu odasında yaşıyordu. Gönlünün dilberi, evlatlarının annesi bu dünyadan göçüp gidince kanadı kırık kuş misali öylece kalmıştı. Çok şükür çocukları her ihtiyacını gideriyordu. Ömür dantelâsı bu diyarda örülmüş durmuştu. Şu dostlarım yok mu, şu dostlarım; dünyam onlarla feraha kavuşuyor, diyordu. Ben de her fırsatta yanlarına gelir, çay suyunu koyar, iki halı aralığına bir ibrik suyu dökerdim. Öylece dinlerdim. Oğlum git, akranlarınla oyna diyorlardı. Fakat ben kalmayı tercih ediyordum. Aza Hasan’ın büyükçe briket fabrikası vardı. Oraya gitmeden önce dedem Said’e uğrardı. Sonra uzun Tarık, sonra Köse Hüsnü… Kimse saatini aşırtmazdı. Bir araya geldiler mi sohbet demini almaya başlamış demekti. Geçenlerde Uzun Tarık nerdeyse kalkıp çıkacaktı yine. Aza Hasan, sen cimrinin tekisin, hem yengem seni kovdu galiba, baksana temiz bir elbise bile vermemişler sana, diyordu. Uzun Tarık başındaki poşuyu düzeltiyor, ince bıyığıyla oynuyor, karşı koymaya çalışıyordu. Olmuyordu, yapamıyordu. Aza Hasan’a karşı koymayı beceremiyordu bir türlü. Dedemlerin evinde sayısız hikâyelere tanık oluyordum. Tavandaki pervane dönüyordu hızla. Çay bardaklarındaki kaşık şıngırtıları eksik olmuyordu. Uzun Tarık yine saldıranların hedefindeydi: “Ula Tarık bu dünya malını nereye götürecen. Az ye! Az ye! O kadar bağdan üzüm kaldırdın da bir salkımını gören olmadı… Gözüne mi sokacan dünya malını?”
Uzun Tarık söylenerek kalktı . Dolu çay bardağı öylece duruyordu hâlâ. Dedem ardından ünledi: “Gel gel, nereye gidiyorsun hemen öyle? Aza Hasan bir gün de bu adamı kızdırmasan yahu.”
Son yaşananlar Aza Hasan’ı fena halde sarsmıştı . Oğlu Mustafa bir kız kaçırmıştı . Hem de babasının sevmediği bir aileden. Aracıların biri geliyor diğeri gidiyordu. İki aile de bu durumdan memnun değildi. Bir gece karşı tarafın ailesi silahlarla mahalleyi bastı . Kızımızı istiyoruz diyorlardı tehditkâr bakışlarla. Nereye gittikleri belli olmayan gençler memnun olmalıydı hallerinden. Uzun zaman ortalıkta görünmediler. Aza Hasan da dedemlere uğramaz olmuştu. Kararı kesindi, oğlunu bir kalemde silecekti . Mustafa babasını tanıyordu, en çok da bundan çekiniyordu zaten. Yalnızdı. Sert rüzgârlara maruz kalmış bir serçe gibi hissediyordu kendini. Mustafa, bir başına hayata direnecek “kalbinin” sesiyle çıktığı bu yolda kaderine razı olacaktı . Uzun Tarık’a gün doğmuştu o sıralar: “Hep o aileyle dalga geçerdin ya pala bıyıklı Hasan. Büyük lokma ye ama büyük konuşma demişler… Eee Aza Efendi, felek bu!” dedikçe Aza Hasan sinir küpüne dönüyordu. İkisi her seferinde oklarını birbirlerine doğru yöneltmiş durmuşlardı. Laflarını esirgemezlerdi. Fakat alınganlıkları da kısa sürerdi. Biri küsecek olsa bir şekilde bir araya getiriliyorlardı. Dava açan karşı taraf epeyce para talep ediyordu. Aracıların gayretiyle mesele çözülmüştü sonunda. Aza Hasan epeyce borçlanmış, yüzüne tebessüm konmaz olmuştu. Kaya gibi inadı geçit vermiyordu. Oğlunun yüzüne bakmayacaktı . Çaresizce briket fabrikasını da sattılar. Fakat kısa zaman sonra açıklarını kapatıp nefeslenmişlerdi. Aza Hasan burnundan soluyordu. Bizi böyle bir ailenin ağına düşürdü, itibarımızı iki paralık etti, deyip duruyordu. Oğlu da bir doktorun yanında çalışmaya başlamıştı. Bir odalı evlerinde dudak kıvrımlarında eksik olmayan sahici bir mutluluk yaşıyordu. Köşe bucak babasından saklanıyordu. Bunun dışında elinden bir şey gelmiyordu. Yaşananları zamana bırakacak, her şeyin normale döneceği günleri bekleyecekti. Ahali üsteliyor, Aza Hasan yapma, oldu bir kere deseler de ikna edemiyorlardı. Uzun Tarık üstüne geldikçe geliyordu: “Sendeki bu inat kapımıza kafasıyla vuran kör keçinin inadından daha koyu” diyordu. Aza Hasan bütün gücünü toplayıp ona patlayacakken sus pus oluyordu birden. Yanında girecek delik bulamayan Uzun Tarık bülbül gibi şakıyordu şimdi. Boğazından tutan bir el Aza Hasan’ın konuşmasına engel oluyordu sanki. İki yıl böyle geçti. Mustafa kıt kanaat yaşamında her şeyin normale döneceği günleri bekliyordu. Bir evlatları olunca dünyalar onların olmuştu. Yaşadıklarından dolayı yorgun düşmüştü bir taraftan. Kendisi de bir babaydı artık. İçindeki uslanmaz çocuğa bir türlü söz geçiremiyordu. Aza Hasan’ın kilo aldığını, yürümekte zorlandığını hep uzaklardan izler olmuştu. Canından bir parça biri, her gün kapısının önünden geçiyordu. “Babam” dediği insanın evinin adresini dahi bilmemesi ruhuna büyük bir azap veriyordu. Tek isteği vardı: Bundan sonra her şeyin üstüne bir çizgi çekmek, sıcak bir yürekle babasının eline sarılmak, öpmek… Mustafa’nın çocuğu olunca hayatları bir başka mecrada akmaya başlamıştı. Her an için koklayacakları bir çiçeğe sahiplerdi artık. Dünyalarına yeni bir anlam katılmıştı. Bir fidan gibi çocuğunun gelişimini izlemek, onunla sevinmek bir başkaydı. Biricik oğlu hayatın farkına varmaya başladığı yaşa gelmişti artık. Her gün “Baba, ben dedemi göremeyecek miyim?” Bu türden sorularının ardı arkası kesilmiyordu artık. Mustafa dayanamayacak duruma gelmişti . Yıllarca babasının yumuşayacağı günü beklemiş durmuştu. Bütün cesaretini toplayıp bu hafta sonu gidelim, dedi. O gün içindeki tuhaf duygularla mahalledeki evlerine doğru yürümeye başladılar. Hayatında yamamaya çalıştığı yırtıkları eskiden bir ise şimdilerde ona katlanmıştı . Çocuğuna izah edemedikleri, eşiyle her konuştuğunda atladıkları, görmezden geldikleri mevzular… Bu soğuk gerçekler kalbinde “taze yara” olarak duruyordu. Oğlunu alıp gidiyordu şimdi. Evin büyük kapısından geçtikten sonra babasının odasına yöneldi. Oğlunu içeriye doğru iteleyip kendisi dışarıda kaldı. Aza Hasan torunun gözlerine bakınca öylece kaldı. Çocuğu izledi bir süre. Sonra yanına çağırdı. Mustafa’nın küçüklüğü gözünün önüne gelmişti . Onu kucağına aldı bir süre. Oğlumun gözleri, dedi içinden. Torununu severken baban nerede, demek istedi bir an için. Katmerleşen, yıllanan gururu buna izin vermiyordu bir türlü. Müşfik bakışlarına yaşananların gölgesi bir perde gibi iniveriyordu. Onca borç… El âleme rezil… Şerefimizi… Bir yığın cümleler, bölük pörçük acı hatıralar… Özlemini, şefkatini gün yüzüyle bir türlü buluşturamıyordu Aza Hasan. Torunu hep hayal ettiği dedesinin kucağında mutluydu. Mustafa dışarıda, gözleri Aza Hasan’ın olduğu odadaydı. Bütün cesaretini toplayıp babasına gitmeyi istiyordu. Fakat içinde katmerleşmiş korkuyu bir türlü aşamıyordu. Kapıda öylece durmuş, içeriye adımını atamıyordu. Babasının düşüncelerini hissetmişti sanki. Aza Hasan’ın eşi çok üstelemişti : “Artık yeter, yıllar geçti aradan. Torunlarımız oldu Hasan.” Fakat dinletemiyordu. Aza Hasan’ın önünde duran, basiretini bağlayan inat duvarını kimse yıkamıyordu. O anda Uzun Tarık kapıda belirdi. Manzarayı anlamıştı hemen. Mustafa’nın kolundan tutup içeriye doğru sürükledi. Sen gel bakayım buraya, dedi. Yıllar sonra babasının karşısında öylece duruyordu şimdi. Uzun Tarık üstelemeye devam ediyordu. “Aza Hasan çok uzattın sen ha! Mustafa sen onu boş ver, amcanı dinle” Torun dedesinin kucağında bekliyordu hâlâ. Mustafa babasının elini öptü. Ses çıkmıyordu Azadan. İkisi de konuşmuyordu. Mustafa’nın içinden sıcacık şeyler akmaya başlamıştı. Yıllardır özlemini çektiği duyguları yaşıyordu. Aza Hasan’ın irileşen, cam gibi parlayan gözleri anlamsızca boşluğa bakıyordu. Mustafa bir nebze de olsa nefes almıştı. Babasının elini öpmüştü ya bu ona yetiyordu. Hayat bir şekilde devam ediyordu nasılsa. Bu bile yeter diyordu içinden. Tek odalı evleri tarihi İpek yoluna bakıyordu. Her gün erkenden kalkıp muayenehaneye gitmeliydi. Etraf süpürülecek, hastalara numara verilecek, aletler hazırlanacak… Trafiği yoğun bu caddede korna sesleri eksik olmuyordu. Mustafa mahmur gözlerle karşıya geçmeye çalışıyordu. Uykusunu alamayan tır şoförü ilçeye girdiğinin farkında değildi. Cadde ortasında sağa sola direksiyonu kırıyor bir türlü toparlayamıyordu. Aracı kurtarayım derken, yolun karşısına geçmeye birkaç adımı kalmış Mustafa’nın üzerine kırdı direksiyonu. Mustafa can havliyle yekinse de son adımını atamamıştı. Cadde kızıla boyanmıştı. Gencecik umutları oracıkta sönüvermişt i. Haberi alan eşi olduğu yerde öylece yığıldı. Aza Hasan evinin genişçe odasında oturmuş pencereden dışarıya bakıyordu. Kara haber tez yayılmıştı. Nasıl tepki vereceği kestirilemiyordu. Göz bebekleri şişti, şişti… Buna nasıl inanacaktı? Bir nida yükseldi tavanı basık odadan: “Mustafa’m… Oğlum…” O anda kendini dışarıya attı. Ne yaptığının farkında değildi. Evlerinin hemen aşağısında kül, çöp ve toprakla tümsekleşmiş yere yöneldi. Tam ortasında oturup onca külü elleriyle alıp başından aşağıya dökmeye başladı. Döktü döktü döktü… Yüzü kapkara kesilmişti.