KAĞITTAN GEMİ / Mustafa DÖŞDEMİR

 
Demir parmaklılar ardında kağıttan gemini uçsuz bucaksız bir denize salarken
gördüm seni çocuk. Kulağımda turna kuşlarının sesi, çakıldım kaldım öylece karşında. Biraz
sohbet eder misin benimle.
Ne kadar cok kağıttan gemin var. Kim bilir neler düşündün gemini salarken
denize.   Belki fısıldadın o kağıttan gemiye tüm özlemini, hayallerini. Kim bilir hangi sahile
savurur rüzgar gemilerini. Belli mi olur adı annenin yüreğinde bir kanaviçe, dilinde bir dua
bir adamın kıyısına vurur. Yeni tıraş olmuş yanağına sürer de geri gönderir sana o kağıttan
gemini. Söylesene çocuk tablodaki güneş ısıtmaz mı demirin soğuğunu? Isıtmaz mı
gardiyanın yüreğini? Isıtmaz mı üşüyen bedenini?  Kime gönderirsin başka gemini, mahalle
arkadaşlarına mesela? Dünyayı gözünün açısı yettiğince görebilen arkadaşlarına. Ağaca,
çiçeğe, toprağa, sokaktaki kediye ve köpeğe özgürce dokunabilen arkadaşlarına mı
gönderirsin? Belki bir not iliştirip kenarına geminin, arkadaşının annesine de gönderirsin,
“üstünü toza toprağa buladı diye kızmayın arkadaşıma”.
Hapishane nasıl bir yer çocuk, hapishanede çocuk olmak nasıl bir şey anlatır mısın
bana? Gökyüzü baklava dilimli mi sahi? Oyun oynar mısın o avluda, mesela ip atlar mısın? 
Çöp poşetinden mi yaptılar ilk ipini senin de? Zamansız aramaları, sabah akşam sayımlarını
oyun belledin belki de. Gezmelere çift camlı odalara mı gittin? Babayla pikniği plastik
masalarda mı yaptın çocuk? Ne çok soru sordum böyle bağışla beni. 
Sen peki, babayla piknik yaparken soru sorar mıydın hiç? “Baba sen de bizimle
gelecek misin?” dur sorma, pişman oldum bile. “Bizi de götürecek misin yanında?” dur
dedim sana. Ne o! Babanı ilk defa mı ağlarken gördün çocuk. Bizim ülkemizde babalar
ağladığını çocukları görmesin isterler. Senin gördüğün babanın tutamadığı gözyaşarıydı
ihtimal, görmediğin bırak babanda saklı kalsın, annen bile bilmesin hatta. Bizim ülkemizde
babalar ağladığını hanımları da görmesin isterler. Sahi, annen ne düşünür acaba seninle
beraber salarken o kağıttan gemiyi? Hangi kederini fısıldar? O da kim bilir ne kadar
özlemiştir annesini. Dünyanın en huzurlu o kucağına koysa da başını, hıçkıra hıçkıra ağlasa.
Sarılsa annesinin bedenine kemiklerini çatlatırcasına. Sana bir sır vereyim mi çocuk, bakma
öyle güçlü durduğuna annen de her çocuk gibi muhtaç aslında bir annenin soluğuna. 
Evet farkındayım ressamın fırçasından damlayan yalnız hüznün renklerine bıraktım
kendimi. Ama çocuk, hüzün hatırı sayılır bir yer işgal etse de umut da var birbiriyle barışık
bu renklerin içinde. Ressamın fırçasından damlayan renklerde seyredeni saran, sıcacık bir
umut var be çocuk. Sen mesela, umudun olmasaydı gemi yaparmıydın hiç, görürmüydü
gözlerin demir parmaklıkların ardındaki denizi. Ressam ne kadar da aydınlık  çizmiş güneşi.
Gurup vakti de olsa gökyüzünü ve yakamozu ne kadar da parlak resmetmiş. Annenin yüzü
sana dönük mütemadi ve mahzun, senin yüzün net değil, ressam onu da bize bırakmış belli ki.
Yanakların hafif düşmüş ona hüzün diyelim hadi ama güneşe teşne yüzün mütebessüm ve
bence umutvari. Hem ressam boşuna mı umut adını vermiş tabloya.
Kağıttan gemi yapan o küçük parmakların bir ara bana da dokundu. İşte o an ben de
umudumu yitirmediğimi hatırladım seninle çocuk ve yitirmeye hakkım olmadığını. Şairin
dediği gibi kavganın göbeğindeki yerin kıymetini hatırladım seninle, bir daha.
Güneş batıyor mu ne, deniz mi çekiliyor, ya gemiler, kagittan gemiler nerede?
Çocuk, nerede hapishane demirlerinin ötesindeki deniz ve sen neden böyle  karanlikta?
Baklava dilimli bile olsa gökyüzü nerede, turna kuşlarının seslerini susturan bu demir kapı

sesi de ne? Yine ne çok soru sordum böyle bağışla beni ne olur. Anlaşıldı bugünlük bu kadar
dese ne
Bu senin hikayen, henüz bitmeyen. Kim bilir rüzgar hangi yönden eser, kağıttan
gemin hangi beldenin kıyısına vurur. O gün bir daha konuşalım seninle böyle olur mu çocuk.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *