(öykü: Mahpusun Günlüğü)
Ben öğretmen Salih,
Dallarım kırıldı köklerim söküldü. Aslanı su başında avlayan Karamanın koyunu görünümlü kurnaz avcının mağduru oldum. Bana bu tuzağı kuranların ellerinin karası yüzlerine sürüle, gövdeleri deline, mezarları olmaya… Biliyorum, bir zamanlar Kaf Dağının eteklerinden süzülen ırmakların şırıltısı duyulurdu içimde. Şimdi uçsuz bucaksız bir bataklık…
Yanarım ki dumanım tütmez içimde.
Ah havar!
Kuşlar dönüp duruyor avlunun üstünde.
İyi ki kuşlar var.
*
Savunma dilekçemi kaç kez yazdım kaç kez yırttım bilemiyorum. Önce içimden kabarıp gelenleri yazıyor rahatlıyorum sonra bu deli saçması iddialara cevap vermek bile anlamsız, zaten dinleyen değerlendiren kim, diye yırtıp atıyordum. Zaten o iki dakikalık tutuklanma mahkemesinden sonra adalete olan inancım tamamen sırfırlanmıştı.
Savunmanı hazırladın mı dedi koğuş arkadaşım Serkan. Hazırladım ama yırttım dedim. Benim gibi tutuklu bir avukattı Serkan. Tutuklanma hikâyemi biliyordu.
İnancımı kaybettim, Serkan dedim.
Nasıl yani hocam biz sizi kaya gibi biliyoruz.
Yok öyle değil! Topluma, insanlara, devlete, hukuka olan inancımı kaybettim.
Kim kaybetmedi ki hocam, dedi Serkan.
Benimki öyle böyle değil Serkan. Ben bu toplumla, bu topraklarla olan bağımı tamamen yitirdim. Belki fazla fedakarlığın getirdiği bir travma bu ama yitirdim işte… Bize yapılan bu kumpas kallleşliğinden kaynaklanan öfkeyi usanç ve yılgınlık ateşinde eritmeye çalışıyordum.
Erzurum’da Dadaş, Elazığ’da Gaggoş, Maraş’ta Memik, Sivas’ta Yiğido sadace efsane kahramanıymış!
Öyle deme hocam dedi Serkan. Şu içerde gördüğün güzel insanlar da bu toprakların evlatları sonuçta.
Evet, kevser suyu gibi saf zemzem gibi mübarek bu insanlar. Ne ki her kömür curufunun içinde binde bir de olsa elmas bulunur. Kömür curufundan birkaç elmasın çıkması kömürün tamamını elmas yapmaz. Çıkan elmasları da yeniden madenin karanlıklarına gömdüler işte!
Mahpushanede yılgınlık belirsizlikten kaynaklanıyor. Hakkımızdaki belirsizlik karanlıkları donduruyor, zamanın önünü tıkıyordu. Suskuya gömülmekten korkuyordum. Suskunun giderek irileşen bir kayaya dönüşmesinden korkuyordum.
Yaşadıklarım; coşkudan öfkeye, öfkeden suskuya geçiyor sonra çocuklarımı düşünüyor, çaresizlikten yumaklanıyor avlunun bir köşesinde öylece kalakalıyorum. Sonra bir türkü tutturuyorum sesimde hüznü çiçekleyerek…
Ah havar…
*
Mahkeme salonunun geniş kapısı aralandığında tiz sesli mübaşir adımı bağırıyor. Ölgün adımlarla yalnız giriyorum içeri. Başka bir şehirde yargılanınca böyle yalnız kalıyor insan.
Mahkeme başkanı beni tutuklayan hâkim. Hakim dediysem öyle kelli felli bir adam değil. Yirmi, yirmi beş yaşlarında emir kulu bir delikanlı… Yüzünde yapay bir keskin bıçak soğukluğu ve ciddiyeti! Zavallı aslında. Kamburuna yüklenen ağır vebalin altında tıslaya tıslaya yaşayan başsız zavallı bir gövde bir el ayak yığını, makamla aldatılmış ezik bir köle…
İlk tutuklandığımda mahkeme öncesi adliyenin bodrum katında birlikte namaz kıldığım bu adamın beni tutuklayacak hâkim olacağını nerden bilebilirdim. Başsavcı denilen adam, “madem konuşmuyor içerde aklı başına gelir belki” diyerek tutuklanma emrini mahkeme kâtibinin eline not olarak sıkıştırdığında, sorgusuz sualsiz tutuklanacağımı anlamıştım. Hâkim, başsavcıdan gelen nota göz gezdirdikten sonra savunmama bile fırsat vermeden tutuklamıştı. Yüzüne sahte bir ciddiyet takınarak, önemli biri olduğunu ima etmeye çalışan bir zavallı… Pençeleri adalet terazisini taşıyamayacak kadar çelimsizdi. Serçenin pençesi şahini taşıyabilir miydi hiç?
İddianameye doldurulan bilindik şeyleri büyük bir suç isnadıyla sıralamaya ve sorulamaya başladı. Sanki içinde kıvrılmaya başlayan engerek yılanına benzer bir şey sağılıp gelmek üzereydi dilinin ucuna. Geldi de…
Bankasya’ya neden para yatırdın? Neden sendikaya üye oldun? Kimse Yok Mu derneğine bağışta bulunmuşsun…
Soruların soruş biçimi ağır cezalıktı, ama içeriği köy tiyatrosu…
Benimle aynı mekânda namaz kılıp sonra beni azgın bir suratla, azılı bir teröristmişim gibi tutuklayan bu adamın okuyucu cemaatinden olduğunu, terörist gördüğü cemaatin yurtlarında kaldığını duyduğumda hem ona hem diğer dini guruplara bütün saygımı kaybetmiştim.
Ses tonundaki azgınlık, ilk tutukladığı mahkemedeki gibi devam ediyordu.
İlk dava savunmamı veriyordum. Haksız yere mahkûm edilmişliğin çaresizliği boğucu bir sövgü olmuş kabarmıştı içimde. Sessizlik boğacaktı beni. Haylayıp gelen zalimliğe iki çift sözü olmalıydı insanın. Yüreğim inceden kıpırdadı. Gözlerine şimşek gibi baktım ağır ceza hâkiminin:
“Önce, terörist iddiasını reddediyorum. Ben bu ülkede 28 yıl öğretmenlik yaptım. Binlerce öğrenci yetiştirdim. Herhangi bir öğrencimi siz seçip buraya getirin. Terörü öven, ima eden herhangi bir söz ya da davranışım olmuşsa bütün suçlamaları kabul ediyorum. Kaldı ki bu zaman zarfında hep iyilikten, güzellikten, iyi insan olmaktan dem vurmuş birisiyim.
Ben yirmi beş yıl önce Tuzla Piyade okuluna asteğmen öğrenci olarak girdiğimde silahı elime ilk olarak aldım. O da devletin silahıydı. Sonra 16 ay dağlarda teröre karşı nasıl mücadele edilirin uygulamalı yönünü yaşadım, eğitimler verdim. Tezkeremi aldığımda silahımı yeniden devletime teslim edip ayrıldım. O gün bu gündür elime silah değmedi. Bugün yine elime silah alırım ama sadece devletin düşmana kullanmak üzere vereceği silahı alırım. Lakin öğrendiğim bir şey var ki devletim, verdiği silahı bu ülkenin herhangi bir kesimi için kullanmamı istediğinde bu konuda itaat etmem. Son yaşadıklarımız, bu ülkede birilerinin birilerine çok rahat hain, terörist damgasını vurabildiğini gördüm. Savaşta yabancı düşmanlara evet ama kendi insanımıza devlet dahi istese silah kullanmam.
Sen devlete yalancı mı diyorsun, diye azarlamaya kalktı.
Nasıl olsa hakkımda hüküm veren ya da verecek olan bu toy hâkim değildi. Ne desem sonuç değişmeyecekti. Bu düşünce beni cesaretlendirmişti.
Ben devlete yalancı ibaresini kullanmadım ama terörist ifadesi, devletin bana bir iftirasıdır. Bunu ispatlamak da size düşer. Sohbete gitmek, devlet yurdunda yer olmadığı için bir cemaatin yurdunda kalmak, çocuğunu özel dersane ya da okula göndermek terör eylemiyse sizin beni yargılama hakkınız olamaz zira duydum ki bunların hepsi sizde de varmış.
Afalladı… sustu… Konuşmaya başladığında sesinin tınısı biraz daha yumuşamıştı hâkimin.
Ben ortadaki hâkimin gözlerine bakarak savunmamı verirken, hemen yanındaki daha bıyıkları yeni terleyen diğer hâkim, gözgöze geldiğimiz her an bilgisayarının ardına saklanıyordu. O, öyle yapınca ben de sık sık yandaki hakime bakmaya başladım. Her bakışımda gözlerini kaçırıp bilgisayarının ekranının arkasına saklanması çok tuhaftı. Dilim savunmamı yaparken zihnim yandaki hâkimle meşguldü. Bir hâkim, neden yargıladığı insanla gözgöze gelmekten sakınır ki?
Birkaç gün sonra mahkeme tuutanakları tarafıma tebliğ edildiğinde yancı hakimin ismine dikkat ettim. Haris T……
Evet ya! Bu oydu!
Anadolu Öğretmen Lisesi’nden Öğrencim Haris… Bu ismi unutmam mümkün değildi zaten. Öyküsü olan isimler unutulmazdı çünkü. Öğretmeniyken bu İsmi ilk duyduğumda; “Haris, demiştim bu ismi kim koymuş sana böyle! Sanırım anlamını bilmeden koymuşlar…”
Haris benimle mahkemede göz göze gelmekten utanıyordu. Zira benim terörist olmadığımın el büyük şahitlerinden birisi kendisiydi.
Okul yurdunda yatılı kalıyordu Haris. Bir bayram arifesi bütün öğrenciler yurdu boşalttığı halde Haris yurdu terk etmemişti. Ailesi Karaman’da ikamet ediyordu.
Neden bayrama sen de gitmedin Haris, dedim.
Şey hocam dedi, sadece.
Anlamıştım. Cebine biraz harçlık sıkıştırdım. “Hayatımızda kaç bayramımız olacak ki Haris, hadi valizini topla memleketine git”, dediğimde çok mutlu olmuştu.
İşte o Haris, mahkeme heyetindeydi ve beni yargılamaktan dolayı utanıyordu. Emirle ceza vermek zorunda oldukları için tedirgindi. Ya da benim algım o yöndeydi.
Bir sonraki mahkemede Haris mahkeme heyetinde yoktu. Belli ki bana ceza verecek heyetin içinde olmak istememişti. Ya da benim onu, “sen de sohbetlere gidiyordun” diye itham edeceğimden korkmuştu.
Mahkeme sonrasında, yeniden göreve dönme isteğim tamamen kaybolmuştu. Bunları biz yetiştirdik. Malzeme çürük olunca ne kadar emek versen de mobilya sağlam olmuyormuş.
Aslında toplum kendi kodlarının sinyalini vermiş bize de biz kodları tam okuyamamışız.
“Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.” Sözünü belki bir Konyalı söylemiş ama herkes birbirinin defosunu ifşa etmiş aslında. Biz hüsnü zan etmişiz.
*
Mahkeme dönüşü yeniden getiriliyorum koğuşa. Gözlerimin akına vuran bir öfkeyle yumrukluyorum avlu duvarlarını.
Yaşadıklarım; coşkudan öfkeye, öfkeden suskuya geçiyor sonra çocuklarımı düşünüyor, çaresizlikten yumaklanıyor avlunun bir köşesinde öylece kalakalıyorum. Sonra bir türkü tutturuyorum sesimde hüznü çiçekleyerek…
Ah havar…
Ben öğretmen Salih,
Dallarım kırıldı köklerim söküldü. Aslanı su başında avlayan Karamanın koyunu görünümlü kurnaz avcının mağduru oldum. Bana bu tuzağı kuranların ellerinin karası yüzlerine sürüle, gövdeleri deline, mezarları olmaya… Biliyorum, bir zamanlar Kaf Dağ’ının eteklerinden süzülen ırmakların şırıltısı duyulurdu içimde. Şimdi uçsuz bucaksız bir bataklık…
Yanarım ki dumanım tütmez içimde.
Ah havar!
Kuşlar dönüp duruyor avlunun üstünde.
İyi ki kuşlar var.
Asilhan