Bu dünyada tek bildiği şey mal biriktirmekti. Bunu bir hırs meselesi yapmıştı. Ev, araba,
arazi… Gözü doymak bilmiyordu bir türlü. Saçlarında ağarmadık bir tel kalmamıştı.
Etrafındakiler:
Osman, dünyaya bu kadar tamah etme, öteye bir şey götüremeyiz dese de o kimseyi
dinlemiyordu.
Kadın, yuvası uğruna katlanmak istiyordu yaşadıklarına. Duvağını bu evde açtığı günden beri
ocağına sadık olmaya çalışıyordu. Çocuklarımın geleceği, rahatımız diyor, sineye çekiyordu
Yaşadıklarını! Fakat kocası durmuyordu. Sudan sebeplerle evin huzurunu kaçırırdı: Yemeğim
geç kaldı, babanlar, çocuklara iyi bakmıyorsun… Bıktım senden…
Sudan sebeple birden evin iklimi değişirdi. Bağırışların, çığırışların bini bir par!
Tek teselli kaynağı komşularıydı kadıncağızın… Kadın kadına bir araya geldiler mi saatlerce
konuşurlar, dertleşirlerdi. Yangın yeri yüreğinin kapılarını ardına kadar açardı o demlerde.
Onlar da dinlerdi yüksünmeden. Birazcık olsun nefeslenmek istiyorum,
diyordu.
Kadın her şeyi etraflıca düşünecek durumda değildi. Hayat sırtında ağır bir yüke dönüşmüştü
bir kere. O yükün altında ezim ezim eziliyordu. Çoğu zaman komşuları da şaşırıyordu
anlattıklarına:
“Eşin iyi bir insana benziyor dışarıdan; hiçbir yanlışını görmedik bu zamana kadar oysa ki”
Kimse Osman’ı böyle bilmiyordu. En yakınındakiler bile. Dışarıda dost canlısı, sevecen
biriydi. Memur olarak çalıştığı hastanede insanların işlerini görür, yardımcı olurdu. Bir
defasında taburcu olup gece hastanede kalmak istemeyen bir ihtiyarı köyüne kadar bırakmıştı.
Yol boyunca duasını almıştı. Gel gör ki mevzu kendi evi olunca iş değişiyordu. Dışarıdaki
Osman eve girince maskesini atıp başka birine dönüşüyordu. Çocuklara, bana tahammülü
kalmıyordu.
Ve o gün…
Çocuğu okuldan geç aldığım için sofrayı vaktinde kuramamıştım. Köpürüyor, ağzına geleni
sayıyordu. Birazdan sakinleşir diye bekliyordum. Durmuyordu. En yakınlarıma kadar ağzı
alınmayacak… Evin duvarları yıkılsa da altında kalaydım diyordum. Üzerime üzerime
geliyordu. İri ellerinden inen tokatlarla yere kapaklanmıştım. Çocuklarım dip odaya
saklanmışlardı. O anda her şeyi göze alıp yakasına yapıştım.
“Yeter artık, yeter… Sen kimsin be, kimsin!”
Kendimi kaybetmişim. Kavganın en kızgın anında duymak istemediğim “o” sözleri
söylemişti. Donakaldım. Dünyam yıkılmıştı. O da suspus olmuştu. Gözlerine baktım. O da
durulmuştu. Batmaya başlayan bir geminin dışarıda kalan kısmını izliyor gibi birbirimize
Bakıyorduk!.. “Hayır, olamaz” dedim kısık sesle, bunu demeyecektin. Her şeyi unutabilir,
affedebilirdim; fakat o son cümleyi asla!
Nikâhımı ilgilendiren o sözleri sineye çekemezdim.
Nasıl böyle söylersin nasıııılll… Yuvam… Çocuklarım… Nikâhım…
Ağzımdan dökülen bölük pörçük cümleleri tamamlayamadan dövünüyordum… Evin
sofasında öylece yığılı kalmıştım. O da odasına çekilmiş duvarları yumrukluyordu. Bir
enkazın altında kurtarılmayı bekleyen bir depremzede gibiydim. Kırık kanatlarım, yarım
kalan hayallerim; çocuklarım… Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Dip odanın kapısını
gürültüyle açıp çocuklarımın gözlerine baktım. Ürkek ve masum bakışları içimi parçalıyordu.
Hepsine ayrı ayrı sarıldım. Küçük kızımı alabilirdim sadece. Onlara gidiyorum bile
diyemedim.
Hayatının tadı hepten kaçmıştı. Çaydanlığı ateşe koyduğu o ilk günü hiç unutmayacaktı.
Hiçbir zaman kendini bu kadar çaresiz hissetmemişti. On iki yaşındaki kızını çağırdı. Evin
ablası oydu ne de olsa. Kızım, kardeşlerine kahvaltıyı sen hazırla bugün, dedi müşfik bir
sesle. Sonra kendini tekrar balkona attı. Eşinin en sevdiği çiçeklerine dokunuyordu. Eşinin bu
meseleyi bu kadar büyüteceğini tahmin etmemişti. Çiçekleri koklayarak karısına olan özür
borcunu da ödeyeceğini düşünüyor olmalıydı. Keşke her şey yeniden başlasa, dedi. En son
cümlesini duyan kızı oralı olmadı.
Sofrayı serdikten sonra seslendi: baba çay hazır!
Şimdi düşünüyorum da o kavga olmasaydı da evlilikleri yine yürümeyecekti. Dünyaya
gözümüzü açtığımız günden beri kavgalarının en yakın tanığıydık. Fakat o gün hayatımın en
kara günüydü. Kardeşlerimle dip odaya tıkılıp kalmıştık. Sesler beynimizde yankılanıyordu.
Evin en büyüğü olduğumdan kardeşlerim de bana bakıyorlardı.
Işığı kapatıp öylece beklemeye başlamıştık. Hiçbir şey duymak istemiyordum. O anda
nereden aklıma geldiyse, serçe parmağımla kulaklarımı bastırdım. Böyle yaparak hiçbir şey
duymayacağımı düşünüyordum. Bu halde bile sesleri duyabiliyordum. Kulağımı bastırırken
zarından gelecek akışkan sıvıyı engellemek için yıllarca peçete taşımak zorunda kalacağımı
bilemezdim. O günden sonra annemi bir daha evde bulamadık. Babam bin pişmandı, aracı
gönderip duruyordu.
“Onu hâlâ seviyorum, çocuklarımın annesi…”
Annem, gelemem o eve artık, nikâhımız düştü diyordu.
Bizi de yüreğinde hapsedip üstelik…
Rüyalarımızda anne diye fırlayıp uyanıyorduk karanlık gecelerde. Benden büyük abim
İstanbul’daydı o sıra. Bu olayı duyunca bir daha da gelmedi. Daha on üçündeydim o
zamanlar. Bir yandan da anne diye sayıklıyoruz. Arzularımız boğazımıza bir yumru gibi
takılıp kalırken her seferinde kâbusa dönen rüyalarımızla baş başa kalmıştık. Kardeşlerimin
anne arzusuyla bana bakışlarına dayanamıyordum.
Bu böyle daha ne kadar devam edecekti?
İlk defa o akşam yemek yapacaktım.
Babam poşet poşet eşya getirmişti. Kızım, ben salondayım yapamazsan çağır, geleyim dedi.
O anda eşyalara baktım. Tabakların, bardakların üzerinde annemin izi duruyordu hâlâ.
Donakaldım. Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum bir türlü. Tencereyi ateşe
koymayı denedim. Doğradığım sebzelerin yarısı yere, yarısı da ocağın üstüne düşmüştü. O
esnada babam mutfağa girdi. Öylece baktı bir süre. Ben devam ederim, dedi. Cılız ayaklarım
beni taşıyamıyordu. Hızlı adımlarla balkona koşup sedirin üzerine yığıldım. Bu evde
hayatımızın rengi soluyor, bilinmez bir boşlukta yol alıyorduk.
Kapısını çalmadık imam bırakmadı. Hepsi de aynı cevabı verdi.
‘Bu söylediğin laflar nikâhı bozar Osman’ dediler. Hele bir imam vardı ki köpürdükçe
köpürdü. İnsan eşine öyle söz söyler mi be hey ahmak? Nikâhı niye karıştırıyorsun diye
kovdu dergâhlarından. Eşi böyle değildi. Her gün hakaret göreceğime tek celsede dünyaya
yeniden geleyim daha iyi diyordu. Tek derdi çocuklarıydı. Her ayın son pazarı çocuklarıyla
buluşma günüydü. Babası destek çıkmıştı ona. Fakat kadın da biliyordu ki bu şekilde olmazdı
çocukları orada kendisi burada. Nereye kadar?
Küçüklüğümde yanından ayırmazdı. Herhangi bir mal alacağı zaman özellikle yanında
olurdum. Alacağı şeyin tapusunu alınca beni yemeğe götürür, gezdirirdi. Ticarette kazandığı
zaman dünyalar onun olurdu. Hayatta başka şeye de sevindiği yoktu zaten. Eksik bir şeyi
kalmadığını düşünürdü hep. Fakat biz de huzuru mumla arıyorduk. Ve o bunu hiç görmüyor,
görmek istemiyordu.
Babamdı, atamdı. Ne diyebilirdim ki ona? Fakat o hadiseden sonra benim için memleket
demek yıkık yuva, boşluğa bakan gözler demekti!.. Artık gitmek istemiyordum.
İstanbul’da üniversite sınavına hazırlanıyordum. Yazları ise inşaat, garsonluk ne iş bulursam
çalışıyordum. Belki de babamdan aldığım en faydalı davranış buydu. Kendi ekmeğini kendin
kazanmak… Bu saatten sonra eve dönüp ne yapabilirdim ki? Aile özlemi ciğerlerimi yakmaya
devam ediyordu bir taraftan. Metropolde milyonların içinde, karınca misali yaşayıp giderken;
içimde yıkılan dünyamın büyüklüğünü bir ben biliyordum. Etrafımda, yanımda, uzağımda
akan, dolan, boşalan insan selinin içinde tek bir şahsa dahi derdimi dökemeyişime
hayıflanıyordum. Ben de o sele kapılmış, adına gelecek dedikleri yere doğru tek kürekle yol
almaya çalışıyordum.
Aradan altı ay geçmişti. Osman eşine kavuşamayacağını anlamıştı iyice. Bir yandan da
boşandığını kabullenmek istemiyordu hâlâ. Böyle devam edemezdi. Çocukların perişan haline
dayanacak takati kalmamıştı Etrafındaki insanların telkiniyle yeniden evlenmeye karar verdi.
Civar köylerde yaşı kırkı geçmiş bir kızı istedi. Daha ilk geceden onu karşısına aldı: Bak
benim karım var; belki bir gün… Yeni gelin böyle bir şey beklemiyordu. Göz bebekleri
büyüdü büyüdü… Bunu daha önce söylemeliydin, dedi ağlak sesiyle. Başka da bir şey
demedi. O da söylenenleri sineye çekecekti. Hayalini kurduğu “yuvaya” kavuşmuştu, mutlu
olmak istiyordu. Yeni gelin çocukları kendine ısındırmaya çalışıyordu. Fakat çocuklar oralı
olmuyorlardı bir türlü. Ondan kaçıyor, hep kaçıyorlardı.
Babamın evine yakın bir evdeyiz. Babam uzun yıllar kiraya vermişti. Evlendiklerinde iki yıl
kalmışlar. Annem o evin de hatırası var, dese de elinden gelen bir şey yok: katlanıyor.
Annem diğer eve bakan penceremizin perdesini kapalı tutuyor hep. Bunu anlamazlıktan
geliyorum her seferinde. Dışarı çıktığında o tarafa yönelmiyor özellikle. Onların da gelmesine
izin vermiyor.
Gelirken anlaşmış babamla. Sadece çocukları vereceksin, semtime de uğramayacaksın demiş.
Babam buna da razı oldu. Ona göre karısı geldi, içi bir nebze de olsun ferahladı. Yanına
uğramasam da yanı başımda hissediyorum ya bu bana yeter, diyor. Annem de aynı âleminde
hâlâ. Yıkılan yuvamın enkazından çocuklarımı kurtarmak için katlanıyorum, diyor.