Kendini eve kapatmış, toplumdan dışlamıştı. Daha
doğrusu toplumdan dışlandığı düşüncesini taşıyordu. Bu
düşünceye bağlı olarak dışarıya, toplum içine çıkmak
yerine mecbur kalmadıkça evde kalmayı yeğliyor, bir
bakıma kendini eve kapatıyordu. Evin duvarları içinde
kendini daha güvende hissediyordu. Yaşadığı acı ve bu
acıya toplumun duyarsızlığı nedeniyle toplum ile olan
duygusal bağlarını koparmıştı.
Yıllar yılı içinde yaşadığı toplum artık ona yabancıydı.
Ve toplumun genelinin nazarında o artık bir teröristti.
Devlete ve millete ihanet etmiş biriydi. Kendisi hakkında
öyle düşündükleri kanısını taşıyordu. Dışarıya çıktığında
bütün bakışların, öyle olmasa bile, kendi üzerine dönük
olduğu duygusuna kapılıyor, suçlayıcı ve sorgulayıcı
olduğunu varsaydığı bu bakışlardan rahatsızlık
duyuyordu. İnciniyor, huzursuz ve tedirgin oluyordu. Şimdi
bana bir şey yapacaklar, fiili ya da sözlü saldırıda
bulunacaklar endişesi yaşıyordu. Böyle bir ruh hali içinde
en emin ve en huzurlu yer eviydi. O nedenle gün boyu
evinden dışarıya çıkmıyor, evde eşi ve çocukları ile birlikte
sakin fakat içinde endişe barındıran bir hayat yaşıyordu.
Evinde de rahat değildi… İnsanların bakışlarından
saldırı ihtimallerinden güvendeydi fakat emin olmadığı,
kendisini devamlı tedirgin eden ve tetikte yaşamaya
mahkûm eden bir şey vardı. O da sabahın erken saatinde
yahut günün herhangi bir anında kapısına polislerin
dayanması ve kendisini alıp götürmeleri endişesiydi. Öyle
ki her kapı zilinde, merdivenlerden gelen her seste kulak
kesiliyor, “acaba geldiler mi” sorusunu sormaktan kendini
alamıyordu.
Bu nedenle evinde yaşadığı zorunlu yalnızlık da bir
nevi işkenceye dönüşmüştü. Günler ve geceler boyu bu
tedirginliği üzerinden atamıyor, sağdan soldan gelen
haberler, televizyon ekranlarından gördüğü ev baskınları,
yakalama haberleri bu tedirginliğini daha da artırıyordu.
Geçen her gün çemberin daraldığını, yakında sıranın
kendisine de geleceklerini düşünüyordu.
Ne günün akşama ermesi ne gecenin sabaha ulaşması
bu tedirginliğini üzerinden atmasına yetmiyordu. Gündüz
yahut gece her an gelebilirlerdi. Şafak baskınları bu
günlerde revaçtaydı. Gecenin bir vakti kapıya dayandıkları
ve yatak odalarına kadar bütün mahremiyeti ihlal ederek,
yok sayarak daldıkları duyulmamış, yaşanmamış şeyler
değildi.
Ah zaman… Zaman çok kötü günlere, acı ve ıstırap
dolu günlere gebeydi. Ve zulmün karanlığında yaşanan
hukuksuzluklar, yapılan işkenceler, tecavüzler; intihara ve
ölüme sürüklenen canlar toplum tarafından duyulmuyor,
görülmüyor, hissedilmiyordu. Ateş yalnızca düştüğü yeri
yakıyor, geriye kalanlar ise ‘bana dokunmayan yılan
varsın bin yaşasın’ modunda günler geçiriyordu. Yardım
bekleyen gönüller ‘ateş bana da dokunur’ kaygısıyla
yaşayan insanların sessizliğinde yalnızlığın, karanlığın,
dışlanmışlığın ve horlanmışlığın ateşinde bir daha bir
daha yanıyor, kıvranıyordu.
Bir gecede her şey altüst olmuş sanki bazıları için
kıyamet kopmuştu. Denizler kabarmış, yer yarılmış, gök
çatlamıştı. Sığınacak emin bir yer kalmamış, teselli edici
bütün dostlar, ahbaplar bir o yana bir bu yana
savrulmuşlardı. Sanki kıyamet kopmuşta herkes kendi
derdine düşmüş gibiydi. Haliyle yapayalnız kalmıştı. Oysa
ne çok arkadaşı, komşusu, akrabası, ahbabı vardı.
Çalıştığı yerdeki arkadaşları, oturduğu binadaki,
mahalledeki komşuları; bayramlarda, kandillerde kutlama
mesajları gönderen eş ve dostları hepsi devekuşu misali
başını kuma gömmüş, iyi gün dostları olarak kalmışlardı.
Yaşadıkları acı karşısında duyarsızlaşmışlardı.
Tanıdıklarının, arkadaşlarının bir kısmı kendisiyle aynı
durumdaydı. Kimi hapiste, kimi firardaydı. Arayıp
sormamaları normaldi. İstese kendisi de onları arayıp
soramazdı.
Dışarıda olanlara, iyi gün dostlarına gelince… Onlar
için artık o ötekiydi. Yaklaşılmaması, uzak durulması
gereken biriydi. Sanki yaklaşanı yakan bir ateşti. Eskiden
yolda karşılaştığında selamlaşan, sarılıp hal hatır soran,
ayaküstü konuşmalar yapanlar şimdi selamsız geçiyor,
görünce yolunu değiştiriyor, buna imkân bulamayanlar da
“ne haber, nasılsın” ile biten kısa ve yüzeysel konuşmayla
bir an evvel yanından ayrılmak isteyen bir tavır ve ruh
haliyle davranıyorlardı.
Ah ah… Nasıl bir hale düşmüştü? Ne hale gelmişti
memleket…