Öfkenin Çaresiz Kalışı/ Derya Hekim

Duygularımız, insanın hayata dair ilk hissettiği şey sanırım. Adını bilmeden, ne olduğunu anlamlandıramadan içinde bocaladığı karmaşa. Daha bebekken sevgi ile yaklaşanı bilir, yapmacık olanı ayırt ederiz. Bebekler bu dünyanın en temiz en güzel varlıkları. İnsan denilen varlığın özü. İnsan büyümese de hep öyle gerçek kalsa keşke. Ama olmuyor. Adım adım büyüyor, öğreniyor. Ve ilk tattığı ama çok zor öğrendiği ile büyüyor. Duygular ile tanışması daha anne karnında oluyor, anne ile hissediyor. Şefkatle üzerinde gezen eli de gözlerin gezindiği satırları ve konuşulanları da duyuyor, hissediyor. Anlamsız, şekilsiz, renksiz bir yığıntı aslında. Yani dışarıdan bakınca öyle görünüyor ama değil. Doğunca anne kucağında şefkati hissediyor. Şefkatin adı ilk önce anne oluyor. Sonra etrafında pervane olan kişilerle çoğalıyor. Bunun yanında bebekler yetişkinlerin ruhlarındaki enkazı da hissedebiliyorlar bence. Acısını saklayabilmiş kişilerin ruhlarındaki yaraları görebiliyorlar. Bilmiyorlar ki acı neydi, nasıl bir şeydi. Bazen de o acının bağrında yetişmişlerin sevgi ile öyle içten öyle masumane dokunuşları oluyor ki gerçek bir gülücüğü kapıveriyorlar. Daha bebekken anlıyoruz aslında sevginin, şefkatin, huzurun ve mutluluğun birlikte büyüdüğünü. Bir arada olunca çoğalıp güçlendiğini. Ve bu duyguların bize iyi geldiğini, acının ve hüznünse bizi yorabileceğini öğreniyoruz.

Sevgi kucağında, şefkat kollarında büyürken merakımız da bize eşlik ediyor. Dokunmak, tatmak gibi hislerimizin kuvvet kazanmasıyla doğru yanlış adımlar atıyoruz. Bilmediğimiz yolda adımlarken, başımıza gelebilecek en küçük zarardan dahi korumak için şefkatle uzanan bir el önümüzü keser. Şaşırırız ilk önce, anlam veremeyiz. Ama ısrar ederiz. Merakımız baskın gelir. İleri atılmak için küçücük bedenle var gücümüzle ulaşmaya çalışırız. Pes etmeyiz ama dikkatimiz çabuk dağılır. Başka bir şeyle gözümüzü çok çabuk boyarız. O an için unuturuz. Ama yine denk geliriz. Zarar vereceğini bilmeden gitmek isteriz. Tüm bunları bebek halimizde yaşarız. Adım adım büyürken duygularımız, heyecanlarımız, merakımız da büyür. Aslında insan etten kemikten daha fazlasıymış deriz. Sevgi gibi nefreti de öğreniriz, sadakat kadar ihaneti, öfkelenmek kadar affetmeyi, özlemek kadar gururu da. Biz her duyguyu zıttı ile yaşayarak öğreniriz. Eksik olan tek şey ise bütün bunları ölçülü ve yerinde kullanmaktır. Bunu kimse öğretmez; çorba yapar gibi az tuzu, az suyu olacak diye. Duyguları yaşamayı ve bunları ölçülü kullanmayı hayatta başımıza gelen olaylarla öğreniriz. Bazen dumura uğrarız daha önce tatmadığımız bir acı karşısında. Bazen kelebeklerin karnımızda uçuşabildiğini aşk ile tanışınca kabulleniriz. Bazen öfkemizi birinin hakaretine maruz kalınca kullanmanın dışında adaletsizliğe uğramış biri için kullanmayı da öğreniyoruz. Sadece etten kemikten değilsen şayet duygularınla insan olmayı öğreniyorsun.

Epey vakittir alevler içinde yanan insanlık derin acılar çekiyor. Sevginin olmadığı, merhametin bulunmadığı yerlerde gücü elinde tutanların sesinin gür çıktığı zamanlara tanıklık eder olduk. İnsafınız yok mu? diye sesler yükselir gibi oluyor ama güçlü o kadar zalim ki insafın ne olduğunu durup düşünmeye dahi tenezzül etmiyor. Bugün hastalığın pençesinde olana merhamet edemeyen yarın ne hakla aman dilenecek merak ediyorum. Ve işte böylesine çaresiz kalınca bir kez daha öfke kendi rengini ortaya çıkarıyor. Merhametten yoksun et yığınlarını ayakta tutan kemikleşmiş zavallılara dur demek istiyor. Çaresizlikten doğan öfkenin haklı olabileceğine de insanlığın kıvrım kıvrım kıvrandığı bu günlerde tanıklık etmiş oluyoruz. Bir garibin iniltilerini duymak için kaç kulak lazım? Kaç göz gerekiyor çaresizliği görmek için? Ya da insaftan nasipsiz zavallıların anladığı öfkenin diğer renklerine mi bürünmeli. Adalet, hak ve hukuku bırakıp; elde balta, taş sopa ile kapılar mı kırılmalı? Anlamakta güçlük çekiyor bağrı yanık sineler bu anlamsız zulmü. ‘’Neden!’’ diye sormanın bir anlamı olmadığını bile bile bir teselli cümlesi için sormaktan geri duramıyor; sinesi yanmış ana, baba, evlat, kardeş. “Başa gelen çekilir…” den fazlası olmalı. Biri adil olmalı. Biri adalet için öfkesini kusarken diğeri başına geleceklerden endişe edip köşesine çekilmemeli. Adaletsizlik karşısında beriki öfkelenmeli, çocuk yaramazlık yaptı diye öfkelenmekten daha güzel. Düşüncesi bizden farklı olandan nefret etmek yerine acımasızca muamele eden zalimden nefret edilmeli. Tiksinilecek bir şey varsa şayet hırsızlık eden yüzsüzlerden olmalı. Kısacası her duygu kullanıldığı şekli ile anlamlı ve değerli olmalı. Hayat doğru sözlü, dürüst insanlara altın tepsi de sunulmuyor. Hal böyle olunca basit yaşamak bu insanlara göre değil. İnsanlık bir gün yeniden ayağa kalktığında bu insanların hislerini, duygularını doğru ve ölçülü kullanmaktaki maharetiyle olacak. Belki korkak yığınlar o zaman anlarlar korkunun asıl kullanılması gerektiği halini. Zalimden korkmak değil de mazlumun hakkına girmekten korkmak gerektiğini.

Ah!!! Daha neler neler konuşulur bunlar üzerine de… Sadece sözde kalıyor ya, işte en çok da bu canımı sıkıyor. Sadece satırlarda kalıyor ya her his, her söz, her eylem; en çok da bu üzüyor. Üzüntü her haliyle can yakıyor. En çok da çaresizlikten doğan öfkeden sonra geriye kalan hüzün çok can yakıyor. Çünkü artık kabullenmek zorunda kalıyorsun çaresizliğini.

Derya Hekim

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *