Pencere / Bahtiyar Öztürk

-Ah pencere, ah! Bir dilin olsa da konuşsan! Ben senin yalnızlığına, sen benim
yalnızlığıma yoldaş olsan ne de hoş olurdu. Aylardır şurada oturuyorum ve sadece kendi
sesimi duyuyorum. Ah, bir dilin olsa da konuşabilsen ne güzel olurdu. Beni duyuyor musun
pencere?
+Nasıl duyayım ben seni? Kulağım mı var?
-Neyy! Noluyor? Kim var orada?
+Orası neresi? Kutu kadar yerdeyiz altı üst.
-Tövbe, Bismillah. Ne oluyor yaw? “iyi saatte olsunlar” mı? Deliriyor muyum yoksa!
Garipten sesler mi duyuyorum!
+Bu ne ya? Bu ne tutarsızlık böyle? Hem “iyi saatte olsunlar” nedir ya?
-Kimsin? Kimsen çık ortaya, göster kendini! Korkutma insanı! Hem benden ne
istiyorsun, güzel ve tatlı üç harfli? İşin gücün yok mu senin?
+Yok! Hem ben üç harfli değil yedi harfliyim. Seni neden korkutayım be ben? Aylardır
geçinip gidiyoruz, şimdi ne oldu?
-Yedi harfli mi? Ecinni? Cinniler? Cingiller?
+Ben de seni okur yazar sandıydım! Saymayı bilmiyorsun be sen daha.
-Tamam cin değilsin, anladım.
+Aferin, tamam beyin yerinde duruyor!
-Peki nesin, kimsin sen? Ranza, WC Kapısı, Duvar, parmaklık, tel, parmaklık, fayans,
kalorifer, sandalye, sehpa, kalem, tabak, kaşık….
+Hoooop! Bir dur ya! Bu nedir böyle? Soruyorsun, bari cevap süresi ver. Taramalı
gibi saydırmaya başladın. Ufacık yerde üç beş parça şey var ve neredeyse hepsini saydın.
Ama beni görmezden geldin. Alındım! Hem battaniye ve yastığı en başta saymaman ayıp
oldu. Özür dile onlardan! Hücreye getirilmeden önce ranzada mı yattın sanki! İlk ranzayı
söylüyor! WC kapısı ne ya?
-Bak! İnsan bilmediğinden korkar. Beni daha fazla korkutma! Kimsin? Çık ortaya,
yoksa bağıracağım.
+Bağıracak mısın? Kime?
-Buton yaparım.
+Bu nasıl bir tabirdir böyle ya? “Buton yaparmış”. Yap bakalım, nasıl yapıyorsun
görelim.
-Yani “acil durum butonu”na basarım demek istedim, mapushane tabiriyle.
+Yaaaa! “Ölüm butonu” değil miydi onun mapushane raconundaki adı? Öldün mü
yoksa? Vah vah, daha gençtin! Yazık oldu desene. Ya dikey, ya yatay çıkış var diyorlardı.
Sana battaniyeye sarılıp yatay mı nasip oldu?
-Tövbe de! Yaşıyorum ben! Allah gecinden versin, yaşanacak güzel günlerimiz var
bizim. Beni bekliyorlar!
+Pardon! Sen öyle şey ettirince ben de… Neyse, Amin! Allah tez zamanda
sevdiklerine kavuştursun inşallah.
-Sağ ol! Sağ ol da, artık kim olduğunu söylesen? Daha fazla korkutma beni.
+”Korkma, titre!” diyeceğim ama ağır kaçacak. İçimde kalsın istemedim, biliyor
musun? Bir türlü kullanacak uygun bir söz dizisi çıkmadı. O yüzden ben de böyle çok
uygunsuz bir yerde kullandım, biraz garip kaçtığının farkındayım. Pardon!

  • Titrememe az kaldı ama, önce altıma şey ettireceğim gibi. Kimsin, nesin lan sen?
    +Doğru ya ben daha kim olduğunu söylemedim. Affedersin! Pencereyim ben,
    pencere. Hem kabalaşmak sana yakışmıyor.

-Pencere mi? Pencereler ne zamandan beri konuşuyor?
+Ne yapacaksın? Otobiyografimi mi yazacan?
-Yani…. bilemedim şimdi ben onu!
+Demin beni duyuyor musun diye sormadın mı? Ben de duyduğumu konuşmadan
nasıl söyleyebilirim?
-Mantıklı.
+Ciddi olamazsın!
-Anlaşılan hem muzip hem de geveze bir penceresin. Dilin olmadan nasıl
konuşabiliyorsun ve şimdiye kadar, aylardır nasıl susmayı becerdin?
+Başka soruların varsa toplu şekilde sor. Toptan cevap vereyim.
-Yani…. bilemiyorum. Spontane sorsam olur mu? Seni kızdırmak istemem ama sen
de anlayışlı ol! Şaşırmam normal değil mi?
+Haklısın. Sen beni duyuyor musun diye sorunca az biraz şaşırır gibi oldum. Sonra
ben cevap verince de; yok “iyi saatte olsunlar”, yok “üç harfliler” demene elbet şaşırdım.
-Ama kabul et ki; Evet senin Duyuyorum ben pencereyim Merhaba da demedin yani
+Ne yani! Sen Ali ile konuşurken ona bir şey sorduğunda Berkcan mı cevap veriyor,
lafa karışıyor?
-Yaniiii, şeeeyyy…. oluyor öyle bazı bazı!
+Doğru siz insanlarda öyle tuhaflıklar var. Maydanozun da günahını alıyorsunuz bu
arada. Neyse, bir de şöyle deneyelim; Sen duvara soru sorduğunda ranza mı cevap veriyor?
-Ne? Onlar da mı konuşuyor?
+Tamam. Bu iş karışıyor. Baştan alalım; Evet, seni duyuyorum. Ben pencereyim.
Merhaba!
-Çok özür dilerim. Ben öyle bir anda başa saramadım. Birkaç saniye müsaade eder
misin?
+Tabii tabii. Derin derin nefes al. Hatta beni aç da taze oksijen çek ciğerlerine. Taze
oksijen beyne iyi gelir.
-Evet, çok haklısın. Oh, iyi geldi. Şimdi hazırım, baştan başlayabiliriz.
+Hadi başla bakalım!
-Evet, başlıyorum! Sevgili Pencere, beni duyuyor musun?
+Seni duyuyorum sevgili Adem!
+Sevgili Pencere, senin dilin var mı ki konuşabiliyorsun?
-Sevgili Adem! Sevgili Adem! Canım Sevgili Adem ?
-Evet, Sevgili Pencere.
+Bir daha Sevgili Pencere dersen kendimi keseceğim…
-Pardon. Nasıl hitap edeyim peki sana?
+Pencere. Sade, duru, temiz şekilde sadece Pencere.
-Tamam, Pencere! Peki, dilin olmadan nasıl konuşuyorsun?
+Nasıl bi takıntın var ya senin de! Takıldın kaldın şu dil meselesine. Buna verecek
çok güzel cevaplarım var ama aylardır beraberiz. Temiz, saf, iyi bir insansın. Hem de
anladığım kadarıyla beyninin boşuna hamallığını yapan tiplerden de değilsin. Beynini
kullanan akıllı biri olduğun izlenimini edindim, yanılıyor muyum?
-Yanılmadığını umuyorum.
+Tamam o zaman. Şu dil, kulak, burun meselesini kapatalım. Sadece güzel bir sözle
burayı taçlandırmak istiyorum; “Mehmet’leri Fatih yapan, imkansızı mümkün de görmeleridir.”
-Güzel sözmüş. Peki, benim adım Adem. Benim adıma ne eklenecek?
+Elimde güzel kapaklar mevcut ama yeni konuşmaya başladık, seni kırmayacağım,
kapak yapmayacağım. Sen de Abdullah ol, tamam mı?

-Tamam, Adem bunu beğendi ve like’lıyorum; like.
+Maytap mı geçiyorsun sen benimle?
-Espri anlayışım kıt deme şimdi bana! Aylardır sessiz sessiz beni dikizliyorsun ve
beni tanıyorsun, yani beni tanımış olman lazım?
+Evet, evet. Suyundan huyundan…. diyelim. Bildiğin gibi buralara pek uğramıyor
bazı organ ve duygular, ya da kullanıma açık değiller.
-Maalesef yaşayarak görüyor ve öğreniyorum. Lütfen kusuruma bakma. Aylardır
mantıklı konuşacak insanla karşılaşmıyorum. Kendi kendime espri yapmak da çok komik
olmuyor. Yani niyetim seninle dalga geçmek değildi.
+Biliyorum. Hem yeri gelmişken; Dalga denizde olur, fazla açılma boğulursun.
-Ben yüzme biliyorum. Sadece yıllar oluyor ki deniz dahi görmüyorum ki yüzeyim.
Mapusta su varda biz mi kullanmadık! Burdan da başka hikaye çıkar ha!
+Unutmadan! Ben insan değilim. Burada şahit olduklarından dolayı da insan
olmadığıma şükrediyorum. Ta ki sizler buraya tıkılana kadar. Yani insanlar hakkındaki
düşüncelerim biraz değişti. Neyse, konu bu değil…
-Yawww, kusura bakma! Söze daldık unuttum. Aylardır önünde çay, kahve içiyorum
kusura bakma. Sana ne ikram edeyim? Meyve suyu da var.
+Bak güzel kardeşim! Şu olayı artık netliğe kavuşturalım. Evet, ‘ağzı olan konuşuyor’
diye bir deyim var ama o iyi manada söylenmiş bir söz değil. Ben pencereyim; ağzım yok,
dilim yok, kulağım yok. Affedersin! Midem de yok, bağırsaklarım da yok…
-Tamam, tamam anladım. Devamını söylemene gerek yok. Bu konuyu veciz bir sözle
süsleyip kapatsak olur mu?
+Hadi dene bakalım!
-”Göz bakar, beyin görür” ya da “bakan gözdür ama gören beyindir”
+Bu mu yani konuya uygun veciz sözün? Hay senin gözüne, beynine…
-Tamam ya, tamam. Özür dilerim. Kabul ediyorum saçma oldu. Tamam,
kapatmayalım kalsın öyle… Hazırsan konuyu değiştirmek istiyorum.
+Ben daima hazırım!
-Maşallah çenen biraz düşük (mecaz manada söylüyorum bunu), neden aylardır tek
söz etmedin?
+Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle, ben öyle her yere burnumu sokmam, mecaz
kullanımla gerçek anlamda söylüyorum. Sen bana bakıyordun, benden bakıyordun ama beni
görmüyordun. Yani benimle hiç muhatap olmamıştın.
-Affedersin.
+Affedilecek bir şey yok. Çünkü seninle konuşmama da hazır değildin. Hani siz
insanlar diyorsunuz ya; “birkaç tahtası eksik bunun”. İşte senin de gözünün, kulağının
önünde süzgeç görevi gören, beni görmeni engelleyen birkaç tahta vardı. Onlardan dolayı
ben de boşa kürek çekmedim, anlıyorsun değil mi?
-Evet, anlıyorum. Ben mahpusa tıkılınca; ‘bedenim duvarlar arasına tıkılmış olabilir
ama gerçekte tüm duvarlarda kurtuldum’ diye düşünüyorum ve öyle olduğuna inanıyorum.
+Doğrudur. Ben zaten duvar gördüm demedim, bir kaç tahta/odun gördüm dedim. Bu
tahtaları ister işine yaraşır şekilde kullanırsın, ister önüne engel olarak koyarsın. Hem bazı
şeyleri görmemek için, hem de bazı şeylerin sana ulaşmaması için onları kullanmakta fena
olmaz hani…
-Bu çok iyi oldu ya. Sevdim bu bakış açısını. Ama seni görmemi de engelledi.
+Yalnız olmasan beni zaten görmezdin. Ben ihtiyacın olan bir şey değilim. Çerez gibi
düşün beni. Ya da ihtiyaca binaen ortaya çıkmış, çıkarılmış bir can kurtaran veya can simidi
gibi. Hem can yeleğin olmadan sörf yapma, bir de iş güvenliği uzmanı olacaksın!

-Waaayyy, kapağı çakar geçerim diyorsun yani. Hem ‘tahtası eksik’ tabirini yanlış
kullandın. O dediler için kullanılır.
+Ben sana ‘beynini kullanan akıllı birine benziyorsun’ dedim diye kendini akıllı mı
sandın? Hem kime göre, neye göre akıllı ve deli? O sözümde vurgu ‘beynini kullanmak’
tabirindeydi. Ben bizzat görmemiş olabilirim ama benim DNA’mda kayıtlı her şeyi bilirim ben.
Çağının delillerinden olup da mahpus veya sürgün görmeyen var mı?
-Teşekkür ederim, bu sözlerini iltifat olarak alıyorum.
+Al bakalım, nereye koyacaksan!…
-Koydum bile. Hazır seni yakalanmışken bir şeyler sorabilir miyim?
+At bakalım oltayı ne çıkacak?
-Anlatmak istediğin, söylemek istediğin bir şeyler var mı?
+Olsa ne yazar! Hem neden ben söyleyeyim ki? Benimle konuşursanız bir şeyler
söylerim, konuşmayı severim, hem bende ne hikayeler var ne hikayeler…
-Ben de onu diyorum işte. Paylaşsan ve bilsek olmaz mı?
+Olur olmasına ama ben muhabbet etmeyi severim. Seninle sana gösterdiklerimi
konuşmayı tercih ederim.
-Sevgili Pencere! Senden bakmayı biliyoruz ama seninle bakmayı düşünememiş
olabiliriz. Biraz yardımcı olsan? Mesela; sevdiklerini bekleyen anne-babalar, eşler, çocuklar
var. Sen bunları ve bunların baktıkları yerleri de görüyorsun, duyuyorsun…
+Evet, anlıyorum seni. Sen şimdi temel attın, belki başkaları da Pencereden
gördüklerini anlatmıştır, yazmıştır. Şimdi de isteyen benimle konuşup, beni konuşturup
anlatsın, yazsın. Ben hep hazırım! Bunu daha önce de söylemiştim değil mi? Anneler, eşler
pencerede neden baktıklarını yazsınlar, gördüklerini yazsınlar. Anne-babalar çocuklarına
göz kulak olmak için baktıklarını ve çocuklarının neşelerini neden yazmasınlar ki? Bir de
şimdi onların gelmelerini dört gözle beklediklerini, hissettiklerini yazsınlar, anlatsınlar… daha
uzatmaya gerek var mı? Hele çocukların gözleri nasıl bakıyor ve neler görüyor bir bilsen!
Windows var, İnternet var… İster yaz, ister video çek, ister paylaş, ister sakla…
-Anlaşıldı Üstat! Konuyu değiştiriyorum müsaadenle; Bak kış ayındayız, dışarıda kar
fırtına var. Senin sayende görüyorum ama öyle çok etkilenmiyorum soğuktan, kardan.
Sadece psikolojik olarak (kaloriferin yanında bile) soğuğu hissediyorum. Yani sana teşekkür
etmek istiyorum. Nelerden koruduğunu gösterdiğin için. Teşekkürler.
+Müsadenle ben de seninle ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Sen güzel bir
insansın, o yüzden güzel düşünüyor, güzel bakıyorsun ve güzel görüyorsun. Söylediğin her
şey doğru. Sadece herkes/her şey iyi değil. Ve mesela ben de seni hapsediyorum, yani
hapiste tutuyorum. Görüyorum dediğin ise; duvar ve belki kendini biraz kendini zorlarsan
dikenli, jiletli teller arasında az biraz gökyüzü. Evet, birilerini burada tutmam lazım. Ama
buraya tıkanlar zalim olursa yani burada olması gerekenler buraya masumları tıkıyorsa, işte
o zaman ben çok üzülüyorum. Beni kullanan kötülere ben de beddua ediyorum ve senin
gibilerinin dualarını amin diyorum, duvarlarla birlikte…
-Tekrar teşekkür ederim. Şimdi müsadenle biraz mola vereyim. Biliyorsun benim
ihtiyaçlarım var. Yeni bir çay alıp gelirim…

Bir yanıt yazın