Yalnız bir insanın içini ısıtabilir miydi güneş? Yüzünü ıslatabilir miydi yağmur? Tadıyla, tuzuyla yaşayabilir miydi hayatı? İşini görür müydü gri beyaz bir dünya? Güllerin, papatyaların arasında olmasına rağmen kokusunu alamadığı sürece önemi var mıydı yaşamın?
Bir gerçek ki yalnız insan üşümeyi sever. Soğuktan hücrelerine kadar titremek ister. Bu dünyaya ait hissetmez. Ardına kadar açık iki kol bulsa, şefkat sarılması zanneder, sığınır. İçine akar gözyaşları. Nadiren ıslanır yanakları. Yalnız insan efkârıyla büyür, hüznü ile kendini bulur. Kaçıp, korktuğu ne varsa yüzleşir. Yüzleştikçe yalnızlaşır, yalnızlaştıkça kaybolur. Ufuktaki dev dalgaların arasında boğulur. Herkes birbirinin yüzüne bakar sonra. “Biri de kurtaramadı mı bu garibi?” derler.
Onlar bilmezler… Onlar anlamazlar. Yalnız insanın kendi içerisinde yaşadığı hayatın karmaşasını çözemezler.
Yaşanan olaylarda fırtınalar kopar içinde. Binlerce ağaç yerinden çıkar rüzgârın kuvvetinde. Bir hortum alır götürür birbiri ardınca çığlık atan insanları. Yalnızlığın getirdiği çığlıklardır bunlar. İçine içine attığı çığlıklardır. Başka bir deyişle ruhunun duvarlarına çarparak tekrar tekrar yankı yapan haykırmalardır. Fırtına bittiğinde toparlayamazsın onca yığını. Kapatamazsın derin yaraları. Dik yürür yalnız insan. Omuzları çökmüş benliğine kızar çünkü. Kendini bulanık sularda, tozlanmış camlarda arar durur. Aklına getirmez bir aynadan bakmayı.
Kısaca kayıptır yalnız insan. Ve arkasından “aranıyor” ilanı basacak kimsesi bile yoktur.
