Sonbaharın renklerine dalıp gitmişti. Karşıdan gelen araba selektör yapmasa kazaya davetiye çıkarıyordu. Renkleri hafızasına kazımak istiyordu. Nerden baksan 2 hafta sonra hepsi silinip gidecekti. Ağaçlar çırılçıplak kalacaktı. Ormanların arasından süzülen yol onu daha da cezbediyordu. Eve geldi. Hızlıca eline ne geldiyse geçirdi üzerine. Topuklu ayakkabılarını tiksinircesine fırlattı. Spor ayakkabılarını giydi. Kulaklığını alıp kendini sokağa attı. Bu şehrin en sevdiği yanıydı sessizlik, ormanın bolluğu ve ortasından akan nehir. Yine koşar adımlarla geçiyordu sokaklardan. Hep bir yetişme telaşı. Nereye, neye, kime yetişiyordu? Oysa hiç bekleyeni yoktu. Herkes geride kalmıştı, anıların en kuytusunda. En sevdikleri, özledikleri hayallerden bile uzaktı artık.
Bir yere yetişme telaşı bundandı belki. Bir şeyler arıyordu. Yolun sonunda ne bulacağını bilmiyordu. Tepeye doğru tırmanmaya devam ederken yağmur da şiddetini arttırıyordu. Ayağı tökezledi. Elinden tutup kaldıracak kimse yoktu. Güldü önce sonra çocuk gibi içini çeke çeke ağlamaya başladı. Sanki uzun zamandır engel olduğu gözyaşları dizinin acımasını bahane etmişti. Etrafından geçen bir iki kişi acıyarak baktı. Aldırmadı. İnsanların her hareketine anlam yüklemeyi bırakalı çok olmuştu. Tepeye doğru daha da hızlandırdı adımlarını. Artık kalbi dur diyordu dur yahu yetişemiyorum sana. Tepeye varınca şehrin renkleri yeniden sakinleştirdi. Sarı, turuncu,kırmızı aralarda mahzun kalmış yeşiller. Şehir küçücük kalmıştı. Bir ressamın hünerli ellerinden çıkmış olağan üstü tablonun karşısında nefesini dizginledi. Gözlerini kapatıp tek tek hafızasına kilitledi bu tabloyu. Eski bir kahvehanenin önüne geldi. Şehire tepeden bakan bu köhne karanlık yerde kahve kokusunun sıcaklığıyla ısıttı ruhunu. Yorgundu ama yürümekten değil. En son kiminle kahve içmişti. En son hangi dosta açmıştı içini. Açsa kim anlayacaktı ki… Zamansız olmuştu gidişi. Her şeyi geride bırakmak istemişti. Dönüp bakmayacaktı geriye, kendi kendine söz vermişti. Bir göl kenarında veda etmek istemişti sevdiği adama. Onu da başaramamıştı. Çünkü gitmek için sebebi yoktu. Hangi bahanenin ardına saklansaydı, yalan da söyleyemezdi anlardı gözlerinden. Karşısında kırık dökük bir çift göz bırakmıştı. Gitmek istemişti sadece. Haritada olmayan bir yere… Bazen kaybolmak istiyordu insan. Bulunursa sanki bütün gizleri dökülecekti ortaya. Ama kaybolurken edilmemiş vedalar kalıyordu dilin ucunda. Kaybolurken anıları bırakamıyordu geride. Heybede onunla birlikte geliyordu. El ele geçtiği sokaklar , gözleri en çokta o yağmura gebe gözler…
Bunları düşünürken saatin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Bu şehrin geceleri de ayrı güzeldi ama ürkütücü derecede sessiz. Eve gidecek sessizce geçip yatacak ve sabah erkenden işe gidecekti. Bu kadardı hayatı. Birkaç kez iş yerindekiler dışarı davet etmişti. Hepsini nezaketle geri çevirmişti. İnsan bir yaştan sonra kolay kolay arkadaş edinemiyordu sil baştan. Yalnızlığını benimsemişti artık. Uykuya hazırlanırken kapısı çalındı. Bu şehirde ilk defa bu saatte kapısı çalıyordu. Ürkekçe yaklaştı kapıya. Kapının deliğinden bakınca öylece dondu zaman. Karşıda tanıdık gözler. Ama bu sefer çocuksu değil yılların yorgunluğuyla bakıyordu. Ürkek hala kırgın… Açıp açmamakta kararsız kaldı. Zamansız edilen vedaların, dile gelmeyen hoşçakalların telafisi olur muydu?