Uzaklardayım. Hiç gidesim yoktu doğduğum köye. Yollar uzun, yorgun ve çok güzelliği
alıyordu ruhumun derinliklerinden. Belki de tek güzelliği, yollara düştüğüm zaman hokkada
mürekkebin neredeyse hiç durmaması ve var olanın ömrünü tamamlamaya niyet etmesi olsa
gerek. Çok geç kalmıştım here şeye karşı; hayallere, umuda, aşka, hayatın akışına epeyce geç
kalmıştım kendi dilimde. Bütün bunların varlığına rağmen yine de rükûdan başımı kaldırıp,
belki de her şeye yetişmeyecektim lakin göz göze geldiklerimi ya geride bıraktım ya da
onlarla mücadeleye koyuldum.
Yılları geçirmiş ve küfesi omuzlarımda bulunmasına rağmen küfemde kazma ve küreğim de
yer alıyordu. Zamanın intiharlığı hep göz kapaklarımda sıcaklığını koruyabilmişti.
Yıllar önce doğduğum köyden çıkmıştım. Bir sonbaharın vedaya hazırlandığı karlı bir ayda,
babamın ellerinin sıcaklığını küçücük ellerimde hissederek okul kaydımı yapmıştık. Kar ve
hüzün kıvırcık saçlarımda yuvaya tutunmuşlardı. Saçlarım, evet saçlarım omuzlarımı ısıtmıştı.
Kim bilebilirdi ki yıllar sonra omuzlarımın hep üşüyeceğini!
O günlerden bugüne kendimi bulma yollarına düştüm. Kış, bahar ve yaz sanki birbirini
kovalayan sabah ve akşam güneşleri gibiydi. Okul hayatımın ilk yılları nihayet bittiğinde
içimdeki yük de küfeye doğru tırmanmaya başlamıştı. Bu yükün bir yerinde kendine yer
edinmiş bir boşluk vardı ki; sorulmayan ve bir türlü dolmayan, sanırım hiç dolmayacak hatta
dolmayı bir yana bırakıp gittikçe de genişleyip, her an patlayacak bir balon gibi büyüyordu…
Köyüm değişmiş ben yıllara tırmanmıştım ve zaman vadisinde akmaya son sürat devam
ediyordu. Hâlâ ulaşmam gereken basamaklar da vardı. Hayallerim, ümitlerim ve varmak
istediğim bir aşk. Aşka ulaklık yapıp, besleyerek ve basamaklara kadar çöl tozlarına karşı
ayakta tutmam gerekiyordu. Aşk demişken, yüzü gülmeyenlerdenim. Neyi anlatıyorsam, laf
olsun herhalde.
Köy ve içindekilerle birlikte neredeyse irtibatım kalmamıştı tıpkı köyümün bulunduğu
coğrafyanın iklim şartları gereği bir dağ başı yalnızlığını yaşayan bir kavak misaliydim.
Ayaktaydım, yalnız değildim, tek başımaydım.
İnsan hayatının bir gecede veya bir gecenin sadece bir anında değişeceğini hiç tahmin
etmezdim. Fakat hayatın nehri kimi zaman içindeki balıkları koca kayalıkların oyuklarında
kendilerine yuva yaptırmaya zorlayabiliyordu.
Sonbahar çanları çalmış ve hava iyiden iyiye serinlemişti. Böyle bir gecede biraz AYARI
BOZULMUŞ SAATLERİ okumam ve biraz da mürekkep israfında bulunmam hasebiyle
yorgun düşmüştüm. Demli çay ve acı tütün de cabasıydı. Saat yeni güne merhaba demişti
çoktan ve yorgunluktan başım kitap ve sayfaların üzerine istemsizce düşmüştü. Telefonun
çalmasıyla uyandım ve sigara dumanıyla buğulu odamda gözlerim telefonu bulmaya gitti.
Elimi telefona atıp kızağı yukarı çektiğimde:
-Canım; nasılsın, neredesin?
Müsait misin?
Hiç arayıp sormayan ve varlığımı unutan yengemdi arayanın. Genelde bu tür durumlarda
iki şey için aranılır. Birincisi; bir şekilde hayatınız hakkında etrafta duyduklarını teyit ekmek
ve meraklarını gidermek, ikincisi; kara bir haberi size ulaştırmak için.
Bu sorulardan sonra istemsiz, ağır bir hissiyat içimi doldurdu. Dolmuşluğu, kendiliğinde
küllükte sönüp yarım kalan sigarayı yakıp, bir nefes alarak boşaltmaya çalıştım.
İyiyim, teşekkür ederim yenge. Sen nasılsın demeye varmadan;
-Baban biraz rahatsız ve gelsen iyi olur, dedi sadece.
Zaten bu da son cümlesi oldu yengemden duyduğum ta ki yüz yüze gelene kadar. Köyümde
hep şebeke sorunu vardı. Kaç defa hem kendisini hem de farklı kişileri aradım bir türlü
ulaşamadım.
Artık uykunun varlığını yastığa gömüp kendimi soğuktan korumaya çalışarak sabaha
varmak için saniyeleri, dakikaları hızlıca sayma derdi parmaklarımı epeyce yormuştu. Sanki
her şey eskiye dönmüş gibiydi. Sabaha varmadan bir sırt çantasına üç beş giysi koyup ve
yanlarına da yolun gergefliğini azaltmak için AYARI BOZULMUŞ SAATLERİ ve iki kalemi
de kapaklarına sıkıştırdım.
Köyümden ayrıldığımdan beri kaç defa uzun yola çıktığımı herhalde çok basit ve
duraksamadan sayabilirim. Lakin bu sefer ki çok farklıydı. Belki de sadece benim için veya
benim gibilere çok farklı geliyor. Zaman sıkışmasını yaşıyordum. Bu sıkışmışlık daralttıkça
daraltıyordu beynimi ve kalbimi.
En son babamla ne zaman görüştüm, kucaklaştım, sahi hiç kucaklaştım mı? Hiç yıldızım
barışmadı babamla. Babamla yaşadıklarım daha doğrusu yaşayamadığım hep hayal ve ümitte
kalanlar film şeridi olup gözlerimin önünde donup donup geçiyordu. Yolcular en azından
zamanı genişletmek maksadıyla önlerindeki ekrandan bir şeyler seyrediyorlardı. Ben ise
gerçekleşmeyen hayal ve muradına eremediğim ümitlerimi ve de hep soğukluk olarak
bakiyesini koruyan duygularımı seyre dalıyordum buğulu gözlerle. Yol uzuyor, dağlar
büyüyor, trenler ters gidiyor, vadiler daralıyor, nehirler kuruyor… Yol, yolu yollamakta
acizdi.
Yol tükenmezken ben tükenmeye yüz tutmuştum. Eğer birkaç saat daha sürmüş olsaydı
yolculuk muhtemelen dayanamayacak ve kendi içimdeki meddücezirlerin isyan bayrakları
bütün bedenime içten dışa mızrak olup fışkıracaklardı. Yol bitti. Ben yarım kalmaya
istemeden de yakalanmıştım. Kimliğimdeki şehre ulaşmış vakit kaybetmeden de taksi tutup
köyüme doğru yola çıkmıştık. Dağ, vadi, akarsu derken hangisini kaçar defa geçtiğimizin bile
farkında değildim. Yokuşu aştığımızda ilk önce köyün mezarlığı göründü. Yalpalayan taksi
iyice köye yaklaşınca mezarlığın ve evimizin önündeki kalabalık gözlerimdeki buğulanmayı
ve kalbimdeki sızıları artırmıştı. Köye varmadan ebedi yurduna uğurlanmıştı babam.
Hayattayken sıcaklığını hissedemediğim babamın toprağındaki yumuşaklığı iliklerime kadar
hissettim. O an içimde küflenmiş olan bütün duygular sanki bir biri ardına temizlenip
atılıyordu. Haykırmak, haykırmak istiyordum bütün yoksunluğuyla. Küflerin yerine hayaller
ve ümitlerin başı okşanmış gibi hissetmeye başlamıştım. Benimle birlikte mezarlığa gelenler
gitmiş ve ben babamla baş başa kalmıştım. Belki de ilk ve son kez. İçimdeki kalabalık artıyor,
azalıyordu. Bir ara gözyaşımın toprağını suladığını fark ettim. Hayatları boyunca toprağın
derinliklerinde var olmuş olan kimi tohumlar az da olsa yeryüzüne yaklaşmışlardı. İşte akan
yaşlarım bunları suluyordu. Sahi bir tohum gözyaşıyla; fideye, fidana, ağaca dönüşebiliyor
muydu? Yahut aynı toprak ya da mezar kaç yitik bedeni bağrına basar? Bu düşünceler
beynimi yoklarken, acaba birileri bunları duyup, okusa, görse ayıplayacak mıydı beni? Duygu
ve düşüncelerin de bir hayatlarının olduğunu ve bir şekilde insanın en olmadık anlarında
uykularından yana kıvrılıp gözlerini açtıklarını düşündüm bu yalnızlık buhranında!
Adettendir hayata gözlerini yuman birinin yakını mezarı başında durur ve kendisiyle
vedalaşırmış. Ben kalmış olsaydım şayet; ne söyleyecektim, ne cevaplar verecektim, hangi
öğütleri alacaktım…? Sorular sarmalı, zincirin halkasını uzattıkça uzatıyordu. Tam da
hayattayken doya doya sarılamadım baba diyecekken telefon alarmı çalıyordu. Kan ter içinde
uyanmıştım.
Alarmı kapattım. Babamı aradım ve gerçekten ulaşılmıyordu.
-Lütfen sesli mesaj bırakın…