İnsanların diktikleri yüzyıllık taşlar,
Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.
Muhyiddin Şekûr
Güneş tepelerin arkasına sığınınca karanlık şehirlere indi. Mavi gökyüzünde yıldızlar
belirdi ilk önce. Sonra siyah, matemli bir bulut yürüdü; kapladı mavilikleri. Puslandı sema.
Yıldızlar söndü. Sesler kısıldı…
Pencereyi açarak dışarıya baktım. Sokak lambalarının ışığında savrulan kar taneleri
görülüyordu. Soğuk hava odaya doldu. Pencereyi hemen kapattım. Karanlık koyulaştı. Kar
tipiye dönüştü. Camlara vuran damlaların sesi, rüzgâr, şimşekler, gök gürültüsü… Dışarıda
korkunç bir fırtına vardı. Gece, aynı gece değildi.
Vakit ilerleyince uyku gözlerime indi, aldı herkes gibi beni de kollarına. Takvim değişti.
Birden etraf aydınlanınca yatağımdan doğruldum. Rüya gördüğümü sandım. Ev
sallanıyordu, insanı çıldırtan gürültü vardı. Yerden, gökten gelen sesler duyuldu. Âlem titredi.
Sesin dehşetiyle yatağımdan fırladım. Müthiş bir deprem oluyordu. Ürperdim, saçımdan
topuğuma kadar titredim. İnsan o anda tüm bildiklerini unutuyormuş. Sallantı devam
ediyordu, pencereyi açtım. Oysa çökmem, kapanmam, bir yerlere tutunmam gerektiğini
biliyordum.
İnsan büyük felaketlerin başka yerlerde olacağını düşünüp kendisi nedense
sahiplenemiyormuş. O anda “Eyvah bir yerlerde deprem oluyor dedim.” böyle bir depremin
kendi şehrimde olacağını karşımda yıkılan binanın toz bulutunu görünce kabullendim.
Koşar adımlarla evden ayrıldık. Aşağıya indiğimizde bardaktan boşalırcasına yağmur
yağıyordu. O kadar şiddetliydi ki her taraf göle dönmüştü. Karlı, çamurlu sular, yer gök bizi
istemiyor gibiydi.
Dışarıya ilk biz çıktık sanmıştım, indiğimde en son çıkan olduğumu öğrendim. Hadisenin
şiddetini bir kez daha vicdanımda hissettim. Apartman sakinleri ne zaman çocuklarını
kaldırdılar, hazırlanıp indiler doğrusu anlayamamıştım. Arabası olanlar çoktan gitmişlerdi.
Binalar, bahçe boşalmıştı. Siteyi terk ederek sokak aralarında ilerledim. Ana caddelerde trafik
kilitlenmişti. Bina yıkıntıları, beton bloklar, tuğlalar… İmdat çığlıkları, kimse üzerine
alınmıyordu, hayret etmediler, o gece gördüklerinden kimse delirmedi.
Güvenli bir yer ararken birden tüm şehrin ışığı söndü. Gece, yaşayanların üzerine bütün
karanlığıyla çöktü. Sağlam binaların karanlıktaki siluetleri korku abidelerine dönüştü.
Yanından geçerken ürperiyorduk. Dışardakilerin o korkusunu anlatmaya kelimeler
bulamıyordum.
Aşağılara indikçe suların kabardığını, akış hızının arttığını ve nerdeyse sele dönüştüğünü
görüyordum. Arabası olmayanların durumu içler acısıydı. Arabayı binalardan uzak, genişçe
bir zeytinliğin yanına park ettim. Çok geçmeden etraf kalabalıklaştı.
Bir otomobilde yetişkin yedi kişi birlikte kalırken kimse sızlanmadı. Çünkü şehirlerde üst
üste yaşamak küçüklükten öğretiliyordu. Arada bir çıkıp dışarıda sığınacak yerler aradım.
Yakınımda tek katlı küçük hafif çelik binalardaki insanları görünce içeriye daldım.
Karşılaştığım ilk insanın yüreğindeki sıcaklık beni karşıladı. Mekânları küçük bir barakaydı
fakat kalpleri çok genişti.
Sıcaklık damarlarımdaki kanı ısıtınca dışarıya çıkıyor; karanlık sokaklarda, yıkıntılar
arasında yürüyordum. Devasa binalar moloz yığını olmuştu. Bedenler parçalanmış, hayaller
tükenmiş, hikâyeler yarım kalmıştı. Etrafta; yağmura rağmen ağır ağır, kıvrılarak yükselen
toz, duman bulutları vardı. Sesler, haykırışlar, boğulmuş hırıltılar boşlukları dolduruyordu.
Gecenin derinleştirdiği korku, yaşayanların yüreğinde derinleşerek her saniye ilerliyordu.
Şehirlere hüzün yürümüştü şafaktan önce.
Sanki bir el dokunmuştu yeryüzüne, deniz dalgası gibi çalkalamıştı zemini. Evinden,
enkazdan kurtulanlar sığınacak yerler arıyordu. Pijamalı yalın ayaklı çocuklar, yüzleşmeye
hazırlanan güngörmüş, kır saçlı yaşlılar, karanlığın içine dalıyor, mezardan kalkanlar misali
kurtulanlar boş alanları dolduruyordu.
Yaradan’ın Celâli tecellisiyle seksen saniyede on değil, yüz değil binlerce bina moloz
yığınlarına dönüşmüştü. Enkazlar arasına sıkışanların akan gözyaşları, kanları kadar sıcaktı.
Ah kalbim, hangi yasak meyveye dokundum ki ruhum katılaştı? Hangi hataları yaptım ki
kalbim siyahlaştı. Hangi faniliğe yaslandım ki vicdanım param parça.
Gün ortalanmıştı. Güneş yaşananları görmekten utanmış gibi bulutların arasına
saklanmıştı. Kefen renkli kar taneleri, süzülerek iniyordu. Sanki yer gök birleşmiş olanlara
ağlıyordu.
Tekrar uyandı yer, bir kere daha irkildi insan. Şehirler viranelere dönüştü. Yoksa bu
“İsrafil’in sura üflemesi miydi? Kudret sahibinin yeni bir ikazı mıydı? Bir günde ikinci defa
sarsıldı, kıpırdadı dünya. İkinci defa çıldırtan şimşeklerin parıltısı, gökyüzünün iniltisi
duyuldu, dağlar ovalar çatırdadı ve yeryüzü yarıldı sanki.
Ölüm ile aramızda mesafeler var sanırdım, hemen yanı başımızdaymış. Ansızın çıktı
karşımıza, dokundu yaşayanların sinesine tek tek.
Ölülerimize sarılıp gözyaşlarımızın tuzunda dualarla yıkandık. Onlarla yaşamayı
öğrendik. Ölülerimiz evlerimizde sayıldı, günlerce toprakla buluşmayı bekledi.
Mahşerin tatbikatını yaptı insanlık. Görüp anlayıp iman edenler Allah’a yalvaranlar vardı.
Aklını kaybedip divane olanlar, enkazın başında şarkı söyleyenler vardı. Bakışı sabitlenen, toz
toprak içinde sırılsıklam olanlar vardı. Evladını kaybeden; kucağındaki oyuncak bebeği sarıp
sarmalayıp, yardım dağıtanlardan mama ve bez isteyen bir anne de vardı.
Sağlam kalan binaların da çoğuna matem düştü. Hatıralar, pembe gülüşler, yaşanmışlıklar
yerle yeksan oldu. Rüzgâr dağın soğuğunu şehirlere taşıdı, kör bir bıçak gibi dokunduğu her
yeri kesiyordu. Dışarıda kalmak donmak demekti. Caddelerde, sokaklarda can pazarı
yaşanıyordu.
İnsanlar başka yerlere gitme yollarını aradılar. Telefonlar kilitlenmişti. Arabayla bu
şehirden çıkmak mümkün değildi. Petrol tesislerinin çoğunda yakıt tükenmişti. Olanların
önündeki kuyruk mahşerin dünyadaki görüntüsünü akla getiriyordu. Yolların durumu da
belirsizdi. Otobanlarda kaymalar, çökmeler vardı. Araban var, yakıt alacak imkânın var fakat
çıkış yok. Hayat susmuştu, ölüm bütün çıkışları kapatmıştı.
Kafalar karışıktı. “Allah’tan şer gelmez, ne gelirse hayır olur, bu deprem de hayırdır.”
diyenler vardı. Kocasının cesedine bakıp “Depreeem Allah senin belanı versin!” çığlıklarıyla
kendini paralayan kadınlar vardı. Anneyle kızı kurtulmayı bekliyor her ikisi de “önce beni
kurtarın” diye bağırıyordu. Her şeyini bırakıp, bir an önce buralardan uzaklaşmak isteyenlerle
şehrinize sahip çıkın, terk etmeyin diyenler vardı. Tatlı rüyalara daldığımız evler ölüm
tuzaklarına dönüştü. Kuş tüyü yataklara demirler saplandı.
Güzel ülkemin, fedakâr insanlarının dışarıda neler yaptığını günler sonra öğrenecektim.
Depremzede şehirleri, diğer büyük şehirlere aktarılmak üzere paylaşılmıştı. Oteller, yurtlar,
misafirhaneler, lojmanlar ayarlanmıştı. Bağlantı yolları geçici de olsa onarılmıştı. Büyük
şehirlerden tur otobüsleriyle çıkmak isteyen tüm depremzedeleri taşımak için gelmişlerdi.
Ümitlerimin tükendiği üçüncü günün akşamında şarjının bitmemesi için kullanmaktan
korktuğum telefonum çaldı. Bir otobüsün üniversite kavşağında bizi beklediği belirtildi. O
sayede şehirden çıktık.
Otobüs hareket ettiğinde içimde tarifsiz hüzünler oluştu. Ancak kalanlara yer açılmalıydı.
Sağlam olan binalarda, dükkânlarda, camilerde, kapalı alanlarda oturabilecek kadar yer bulan
şükrediyordu.
Fedakâr insanımızın depremzedelerin geçtiği yol kavşaklarında, kırmızı ışıklarda
ellerinde ne varsa depremzedelere verme yarışına giriştiğini gördüm. Vefa, Anadolu insanının
genlerinde vardı. Düşenin yanında olma alışkanlığı, tarihinden geliyordu.
Sadece depremden korunmayı bilmenin işe yaramadığını benim gibi birçokları yaşayarak
öğrendi. Enkaz yığınları içinde saniyelerin önemini kavradı. Bir kişinin kurtulması,
kurtarıcısının tecrübesine bağlı olduğunu anladı. Zamanında yardım gelmezse
depremzedelerin kısa süre sonra öleceği kaçınılmazdı. Göçük altında inleyen yüzlercesinden
kimin seçilmesi, hangisini önce kurtarırsak diğerine çabuk ulaşılacağı uygulanarak
öğrenilmişti. Enkaz başında kararsızlığın, paniklemenin nelere sebep olacağını, tecrübeli
ekiplerin, dinleme cihazlarının, kurtarma aletlerinin fazlalığından çok işe yarayıp
yaramayacağı anlaşılmıştı.
Altı Şubat depreminde, parayla satın alınamayacak zamanları yaşadım. Fakir olup gönlü
zengin olanları tanıdım. Birçok dışı cilalı binanın yıkılınca malzemeden ne kadar çaldıklarını,
ufalanan duvar parçalarının aslında elimizden dökülen birer insan karakteri olduğunu
seyrettim. Yok, olan hayatları izledim. Yaşayan hayaletler gibi yürüyen, güvercin ürkekliğiyle
tetikte bekleyen, en küçük bir kıpırtıda hummaya tutulanlar gibi titreyenlerle karşılaştım.
Sıfırı tüketip şükreden iş adamlarıyla tanıştım. Tek yürek olan büyük ülkemin insanının
merhametini, fedakârlığını gördüm.
İnsan sınandı; muhabbetiyle, evladıyla, akrabasıyla ve eşiyle. Maddeyle sınandı;
parasıyla, binalarıyla, malıyla. Geçmişiyle yüzleşti; aldıklarıyla, sattıklarıyla, yaptıklarıyla
sınandı. Sınayan farkındaydı. Sınanan da farkında olmalıydı.
Ölülerimizin çoğu yağmurlarla yıkandılar, temizlendiler ve şehadete erdiler.
Sureti haktan görünüp, kalbi taş kesilenler, başkalarının acısını kazanca çevirmek
isteyenler, iş yerinin reklamını yapmak için fırsattır deyip gelenler de göze çarpıyordu.
Evime dönünce; aylarca etrafımda, karanlık gecelerde dairelerde yanan ışıkları aradım,
her görünen ışık kalbime inşirah veriyordu. Işığı sönmüş, bir sütun gibi göklere yükselen
binaların karartıları içime korku salıyordu.
Sorular havalarda uçuşuyor. Bu deprem şehirlerin kaderi mi? Aynı caddede yerle bir olan
bina, hemen yanında çatlak dahi olmayan yapı ne ile izah edilebilir? Yakınlarını kaybedenler,
enkaz altından kurtarılanlar yaşadıklarını nasıl unutacaklar? Duyduklarını gördüklerini hangi
psikolog düzeltecek? Uzuvlarını kaybedenler hayata nasıl tutunacak? Harap olan kentler nasıl
cennet şehirlere dönüştürülecek?
Geçmişte yaşananlar tekrar etmiş gibiydi. Oysa akıl sahibi insan, aynı çukura defalarca
neden düşüyordu? Yaşadığı felaketlerden niçin ders çıkarmıyordu? Daha çok kazanma hırsı
mıydı? Fakat işte kaybetmişti. İşini sağlam yapanlar kardaydı. Canlara kıyan aslında deprem
değildi. Düzlüklere, ovaya, sıvılaşan zemine yapılan çok katlı binalar yerle bir olmuştu.
Bir ikindi vakti, gittiğim şehrin tepe noktalarından birinde oturuyordum. Aşağılardaki
caddelere, sokaklara özlediğim şehrime benzeterek bakıyordum. Depremden sonra ne hale
geldiğini düşünerek hüzünlendim. Yanıma orta yaşlı birisi yaklaştı. “Sizi kederli gördüm
beyefendi buralı değilsiniz galiba.” deyince “Doğrudur,” dedim. “Kahramanmaraş’tan
geldim.” Birden adamın rengi değişti. Hemen cüzdanını çıkardı. Ne kadar parası varsa uzattı,
hayır dememe aldırmadan vermek için yalvarıyordu. Devlet memuru olduğumu, bu parayı
ihtiyacı olanlara vermesini söyledim. Birbirimize sarılarak ağladık.