Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü / Benim bir kere öldü kör oldum” der ve kendisi de tıpkı babası gibi çekip gider şu üç günlük dünyadan. Şair dostum Cenk Ilgar “Ben babamı kırk yaşında kaybettim” dediğinde gurbeti yaşamaktadır iliklerine kadar ve yetişemez o en sevdiği varlığın son vedasına…Yıllar evvel babamı kaybettiğimde aynı duyguları ben de yaşamıştım hüzünlü bir yaz mevsiminde. Şimdi üzerinden ne kadar da uzun yıllar geçti öyle. Şaka gibi -ama değil!..- neredeyse babamın öldüğü yaştayım. Ve sevdiklerimiz bir bir göçüp gidiyorlar!..Sadece dualar gönderebilmek teselli veriyor yaralı bu kalbim(iz)e uzak diyarlardan.
Ve dualarla dokunabiliyor insan sevdiklerinin ruhuna sadece.
Evet, uzaklarda, çok uzaklarda olunca neler neler görüyor/düşünüyor/yaşıyor insan. Zira yakınlarınızdan her an gelebilecek bir haber bir anda hayatın tadını/tuzunu alıp götürebiliyor. Oysa o varoluşun kaçınılmaz gerçeği – ki her an yanı başımızda- bize bizden daha yakındır.
Elbette vakti gelince her birey bu mutlak gerçekle bir gün karşı karşıya gelecek. Ya hoş bir zaman diliminde ya da meçhul talihsiz anlarda bir nefeslik saltanatlar son bulup bitiverecek. Lakin son vedalarda bulunamamak dost ve arkadaşlara – öyle olmasa da- bir vefasızlık gibi geliyor bana.
Bir yandan zaman ve mekan farklılığı diğer yandan içine düşülen girift duygular…Kim ne derse desin insan, -korksa da korkmasa da- bu yaşanılacak anın gizemi/belirsizliği ile tuhaf duygu atmosferine giriyor işte. Bu durumu sadece inanıp inanmamakla da izah edemeyiz . Biraz da sonsuz kalınacak bir mekâna hazır olup olmamak ta tedirgin ediyor insanı. Aslında uzakta ya da yakında olması da pek fark etmiyor; vakti gelen gidiyor. Bu durumu Hilmi Yavuz “yaşamın dengesini sağlayan bir ritimdir; bir varlık sona ererken diğeri başlar” diye nitelendirir. Belki de bütün mesele vakti gelmekte olan esrarlı bir anı tebessümle karşılayabilmektir!.. Aslında bu, söylemesi kolay lakin yaşaması çok zor bir düşünce sarmalıdır. Ve kabul edelim ya da etmeyelim ömrümüzün zorunlu bir durağıdır; gölgesinde yaşadığımız mekânları bir gün ansızın terk edişimizdir!..
O, zamanın acımasız ilerleyişiyle birlikte gelen -kim bilir- hayatın ta kendisidir . Yaşanılan ne varsa onunla birlikte daha çok anlam kazanır.
O, sıradan bir veda değil, gizemli bir kapının aralandığı derin bir başlangıçtır aynı zamanda. Onunla tıpkı bir şiir gibi sonsuzluğa yelken açar insan. Yelken açar da geride kalanlara ne tatlı hatıralar ne meltem esintileri bırakıverir. Hele de gıpta edilesi bir ömür ise gidenlerin ardından keşkeler kuşağında kaybolur insan; keşke daha çok birbirimizi anlasaydık/sevseydik..keşke daha çok beraber olsaydık..keşke daha çok hatıramız olsaydı gibi keşkeler çoğalır durur!..
Sanırım gurbet ellerde gelen haberler ve yetişilemeyen vedalar daha çok acıtıyor içimizi; Bahattin Karakoç, Sezai Karakoç ya da nice diğerleri gibi. Bir tabi felaketin kopardığı Ali Şanverdi, Recep Şükrü Güngör, Yaşar Alparslan gibi… Zira imkan dairesinde değildir son bir dokunuş son bir görevi yerine getirebilme… Daha dün doya doya muhabbet ettiğiniz yanı başınızdaki sevdikleriniz bir anda sessizce pervaz edip uçup gitmiştir. Lakin siz uzaklarda çok uzaklardasınızdır. Artık bu ayrılıkla beraber gelen kalpteki yaralar, özlemler, hasretler sonsuz bir âlemde kavuşana dek devam edecektir. Ve bir gün sizin de kapınız çalındığında çok uzaklarda bir tek dileğiniz olacaktır öyle bir dörtlük:
Misafirim olursa yağmur çiseleyerek
Toprağım hayat bulur içtikçe kana kana
Bana benden ziyade ötelere dost gerek
‘Uçup gitti’ deseler ardım sıra sorana
Misafirim olursa yağmur çiseleyerek”
Eğer bir gün ölmek yaşamaktan güzel gelirse sen de ölmek istersin.