
RENKLİ CAMLAR
METAFORUNDA
‘’Nefsin mertebeleri’’
Gelin hep birlikte yalnızca
renkli camlardan müteşekkil bir
sarayın içinden geçelim. Ama bu
sıradan bir yapı değil; her cam, bir
sır perdesi; her oda, nefsin bir
merhalesi; her renk, hakikatin bir
zuhurudur. Bu sarayın sahibi engin
rahmet ve cömertliğiyle, vuslata
ulaşabilenlere, sonsuz saadetin ab-ı
hayatını sunacaktır.
Yeşilin huzuru, kırmızının ateşi,
mavinin derinliği, morun sırrı, sarının müşfik sıcaklığı ve beyazın sonsuz
kuşatıcılığı.. Her bir renk, yalnız duvarlara değil, gönle, zamana, ve kaderin
haritasına sinmiştir. Saray, adeta iç içe geçmiş ruhların yansımasıdır. Baş
döndürücü bir ahenkle renkler, semâ halinde döner durur; biri diğerine karışsa da
özünü kaybetmez. Her biri, kendi renginde Hakk’ın cemâlinden bir pırıltı taşır.
İşte bir bilge! Tüm vakarıyla huzura dalmış şu loş köşede. Yüzünde
zamanın yükünü bırakmış bir sükûnet, gözlerinde ötelerden düşmüş bir nur var.
Yaklaşalım ve soralım:
“Ey hikmet eri… Bu sarayın sırrı nedir acep?”
Bilgenin hikmet dolu kelimeleri bir tül gibi dökülüverdi sarayın ortasına:
“Bu saray, insanoğlunun kalbidir evlâdım…
Renkli camlar ise onun istidadıdır.
Her yürek, Hakk ’tan gelen aynı nuru,
Kendi rengine büründürerek yansıtır.
O yüzden kimse kınanmaz,
Zira nur birdir; ama kabuk bin türlüdür.
Şeffaf olanlar, Hakk’ı doğrudan gösterir.
Diğerleri… sadece kendi rengindendir…”
Bak, duvardaki o muhteşem tezyinatın tam ortasında bir yazı parıldıyor.
Gel, biraz yaklaş… Bir levha bu; sanki zamandan sarkmış bir sır. İnce bir hattat
elinden çıkmış, ilhamla yazılmış bir iksir gibi duruyor karşımızda.
Ve işte o yazıda, aşkın piri Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin, ayak izleri
gibi iz bırakan bir beyiti inci mercan misali göz kırpıyor:
“Renk renk görünür camdan ışık;
cam renktir, ışık değil aslında çokluk.”
Bu beyit, sanki her odanın perdesini aralayan bir anahtar, her rengin
ardında gizlenen birliği usulca fısıldayan bir sırdır.
Bilge, yüzünde zamanın sessizliğinden süzülmüş bir tebessümle başını
sallar ve eliyle zarifçe bir kapıyı işaret eder.
“Haydi! Her biri hikmetin ayrı bir buuduna açılan bu camdan odalara birlikte
geçelim. Burada her renk, bir hâlin tercümanıdır. Ve bu hâller, benlikten hakikate
doğru yapılan kutlu bir yolculuğun duraklarıdır. Bu camlarla tezyîn edilmiş
odalar, yalnızca gözle değil, kalple, idrakle, sezgiyle seyredilir. Her odada,
kendine dair unuttuğun bir yönle yüzleşeceksin. Kimi zaman bir aydınlık, kimi
zaman bir gölge gibi belirecek sana. Ama hepsi senin içinden doğan aynalardır.
Eğer tüm bu odaları hakkıyla geçebilirsen, ‘razı olan ve olunan’ makama
erişeceksin. Ve nihayetinde, kendini dahi unutacağın bir yere varacaksın: O yüce
rahmetin içinde, benliğin sükût ettiği o kutlu kemal menzilinde.
Şimdi gel…
İlk odadan başlayalım.
Nefsi Emmare’ nin (Kötülüğü Emreden Nefs) Kırmızı Odası
‘’Nefsin Alevi ve Celâl Tecellisi’’
Camlar kıpkırmızı. Cam değil sanki kor ateşten duvarlar… Burası iç
benliğin tutkuya esir düşmüş bölgesidir, saklıdır, ama bastırılamaz.
“Duvarlar kadife gibi, ama ses yutuyor. Kalbindeki fısıltılar burada
bağırmaya başlıyor. Bir bakış, bir dokunuş, bir hırs… Hepsi burada ete kemiğe
bürünüyor. İşte nefsi emmâre burada taht kurmuş. Ve sen, o tahttan kendini
alaşağı etmeden çıkamazsın bu odadan.” Ne zaman zayıf düşsek, ne zaman
kontrolü kaybetsek, o kırmızı kapı hemen aralanır. İhtiraslar ve bizi galeyana
getiren tüm süfli duygular üzerimize hücum eder ve ipek elbiseye dökülen bir
boya gibi her yanımızı sarar. Bu meydanda verilecek savaşa Efendimiz (sav)
‘’büyük cihad’’ demiştir.
Ama korkma. Burada celâl ve rahmet tecellî eder. Bu merhamettir bize
dengeyi ve hikmetin aslını öğreten. Buraya uğramayan kul yoktur. Önemli olan
bu odanın büyüleyiciliğine kanmadan geçip gidebilmektir. Seyr-u süluk’un en
zorlu aşamasıdır Her kul önce buraya uğrar. Buradaki cihadı kazananlar ise
verdikleri mücadelenin izlerini bırakarak bir sonraki odaya geçerler.
Nefs-i Levvâme (Kendini Kınayan Nefs)’nin Turuncu odası
‘’Vicdanın ilk yankısı. Kalbin çırpındığı ilk kapı’’
Bu odanın kapısı, harf ile hece, günah ile istiğfar, benlik ile tevbe arasında
duran; pişmanlık, farkındalık ve iç hesaplaşmalarla dolu bir geçişe açılır. Ne tam
karanlık ne de aydınlık. Tıpkı ikindi vakti gibi…Bütün turuncu duvarları, yıllarca
susturulmuş vicdanların yazdığı yazılarla doludur. Her biri silinmeye çalışılmış
ama izi kalmış:
“Bunu neden yaptın?”
“O sözü kalbini kıracağını bile bile neden söyledin?”
“İyi olabilecekken neden kötü oldun?”
Tüm bu pişmanlıkların yakıcılığı esnasında bir ses fısıldar içeriden:
“Senin içindeki seni uyardım… duymadın.”
“Ama hâlâ duyabilirsin.”
Bu esnada, yağmur sonrası toprağın kokusuna benzer bir rayiha yayılır
etrafa; gönle inşirah veren, derinden gelen bir nefes gibi… Zira bastığın zemin,
tövbenin ilk kez çiçek açtığı, ama hâlâ eski bir kışın hatırasını saklayan bir
bahçedir. Ruh, burada zihinle kalp arasında bir sarkaç gibidir.
Akrebin yelkovanı kovaladığı o sonsuz dairede her düşünce, bir öncekini takip
eder, durur. Ve işte tam o anda, iç âlemde sessizce bir mahkeme kurulur. Masada
ne savcı ne müdafi vardır, çünkü hâkim de sensin, sanık da sen… Her söz,
vicdanın terazisinde tartılır. Her sessizlik, hakikatin yankısına dönüşür.
“Ben iyi miyim?”
“Yoksa sadece iyi görünmeye mi çalışıyorum?”
“Allah affeder mi?”
“Ama ben ne çok hata yaptım…”
Elhasıl, levvâme nefsi…Seni, ısrarla ve inatla aynaya bakmaya çağırır.
Ama bu öyle bir ayna ki, yalnızca yüzünü değil, görmek istemediğin her şeyi
yansıtır sana. Eğer bakmazsan, ya da gözünü kaçırırsan, o ayna buğulanır…
Bir duman gibi kaplar hakikatin yüzünü. Sen elinle silersin, o tekrar buğulanır.
Çünkü o buğu, içindeki tereddüdün, pişmanlıkla karışık idrak hamlığının
suretidir. Ve bu hal sürer… Tâ ki kalbin, kendini aklamaktan vazgeçip tam bir
teslimiyet kapısına yönelene dek. İşte o zaman… Bir başka odanın silüeti belirir
ufukta. Kapısı, kendiliğinden aralanmaz. Ama sen artık çalmayı bilen bir yüreğe
sahipsindir.
Nefs-i Mülhime (İlham Alan Nefs)’nin Sarı odası
‘’İdrâk ve Şuurun Güneşi’’
Güneşin altın sarısı hüzmelerini andıran camlarla bezeli bu odaya adımını
attığında, sanki zaman bir anlığına eğilip seni selamlar. Her şey birden yavaşlar.
İçeri dolan ışık, göğe uzanan bir sûrun sesi gibi odayı doldurur. Bu ışığın rahmet
elleri tenine değil, doğrudan şuuruna dokunur. Bir sıcaklık hissedersin. İşte bu,
kalbinin ısınması, uyanışın ilk habercisidir. İlahi rahmet ve sekine, tıpkı bir ana
kucağı gibi, seni sarıp sarmalar. Ötelerden bir ilham gelir, ardından bir diğeri…
ve bir başkası daha… Kimi seni geçmişin hatıralarına çeker, kimi de geleceğin
bilinmeyenine davet eder. Kelimeler yerine susmak istersin, çünkü her şeyin
anlamı sessizliğe akıyor gibidir. Ve sen, tam bu anda, zamanın düğümlendiği
yerde durduğunu fark edersin. Ne şimdide, ne de gelecekte…Varlığın tam
merkezinde, saf idrakin kalbinde..
Birdenbire, sapsarı ayçiçekleriyle çevrili uçsuz bucaksız bir tarlada
bulursun kendini. Her bir çiçek, başını sana çevirmiş, ilahi bir sır fısıldar gibi. O
sırra kulak verirsin ama kelimeye dökemezsin. Çünkü burası, aklın ötesine
geçişin kapısıdır. Gözlerin dolar, ama ağlayamazsın. Çünkü bu oda, gözyaşını bile
bir secdeye dönüştürür. Her şey kelimeye ihtiyaç duymadan seninle konuşur. Ve
en nihayetinde…Anlarsın ki bu oda, nefs-i mülhime’nin yurdu; ilhamla uyanan,
ama henüz sırra erememiş kalplerin eşiğidir. Burası, hayretle secde arasında gidip
gelenlerin durağıdır.
Nefs-i Mutmainne (Sekineye erişmiş Nefs)’nin Yeşil odası
‘’Sükûn ve Merhametin Evi’’
Bu odada camlar yeşilin bin bir tonuyla parlar. Zeytin ağaçlarının nazenin,
yaprakları, ilkbahar sabahının meltemi gibi tatlı bir duygu uyandırır insanın
sekine bulmuş gönlünde.
“Bu oda, engin gönüllülerin, dünyaya ram olmayanların ve her şeye
rağmen affedenlerin odasıdır. Burada kalp, cam kırıkları misali kırgınlıklarını
toprağa gömer. Merhametin ne denli güçlü bir cevher olduğunu hatırlarsın.
Cennet-asa bir sessizlik ve huzur karşılar seni. Bu sessizlik sadece bir yokluk
değil, Hakk’ın dokunuşuyla tamamlanmış bir vücûdun yankısıdır.
Sabır ve tevazu, bu odada usulca bekler misafirini. Yeşilin gözlere ve
gönüllere sürur veren tonları, içte filizlenen bir baharı fısıldar ve cennetteki yeşil
ipekten elbiseleriyle tahtlarında oturan kutlu insanları hatıra getirir. Bu mekânda
varlık, artık ilahî rahmetin kıyısında huzura ermiş bir öz; rıza denizinde yıkanmış
bir benliğe dönüşür. Artık o, fânî arzuların sesini susturmuş, sükûnetin dilini
öğrenmiştir.
“Ey huzura ermiş nefis!” (Fecr, 89/27)
Bu âyet burada bir çağrı değil, bir vuslatın ebedî fermanı gibi yankılanır.
Bir ömür bin bir gaileyle yol almış ruh, renkli cam odaların her birinden geçerek
nihayet menziline ulaşmıştır. Artık içindeki bütün fırtınalar dinmiş, zamanın
ötesinde bir sabaha, kutlu ve ebedî bir seher vaktine adım atmıştır.
Nefs-i Mardiyye (Allah’ın Razı Olduğu Nefs)’nin Mor Odası
‘’Gönle Rabbin tebessümünün indiği aşkla örtülmüş bir oda’’
Mor, renklerin koynunda gizlice açan bir sır çiçeği gibidir: Kırmızının
doymayan arzusu ile mavinin serin sükûnetinden süzülen bir tezadın, nihayet
ahenge kavuştuğu andır bu. Bu oda, tamamlanmışlığın rengidir; vuslatın son
adımıdır, şeb-i arustur. Ve burada artık yalnızca rıza konuşur: Allah kullarından
razıdır, kullar da Rablerinden. Ne eksiklik kalmıştır ne de arada tereddüt… Her
şey yerli yerindedir artık, her şey tam ’dır, her şey Hakk’tır. Bu mübarek odanın
kapısı, kalbin zümrüt tepelerinde, iç âlemin en erişilmez yamacında saklıdır. Ve
orada, fethe dair hiçbir niyet kalmaz; zira fethedilecek her şey fethedilmiş,
geçilmesi gereken her eşik aşılmıştır. Dua burada susar. Çünkü artık dua edecek
bir hâl yoktur. Kelam biter, cemâl başlar. Söz erir, bakış kalır. Zihin durur, kalp
görür. Ve kul, kendinden geçerek Sadece O’na varır.
Burası, kulun kendi iç dünyasındaki muharebe meydanında verdiği büyük
cihadı kazandığı yerdir. Nefs-i Emmare’ nin hiddetli rüzgarlarından, Nefs-i
Levvâme’ nin pişmanlık dolu sellerinden, Nefs-i Mülhime’nin ilham dolu
dağlarından geçilerek Zümrüdüanka’ya ulaşılmıştır. Benlik yok olmuş, kendini
tamamen ilahi iradeye teslim etmiş, hiçlik makamına erilmiştir. Egonun çirkef
çığırtkanlığı bitmiş, kalp Allah’ın zikriyle dopdolu bir yankıya dönüşmüştür.
Nefs-i Mardiyye, mor odada oturur; Dışarıya bakmaz artık, çünkü içerideki
manzara sonsuzdur.
Bu odada her şey sükunetle akarken, bir lale gibi boynu bükük durur insan.
Fakat o eğiliş bir zilletten değil, hürmetten… O bir kölelik değil, en asil
özgürlüktür.
Nefs-i Sâfiye (Arınmış, En Yüksek Nefs)’nin Beyaz Odası
‘’Tam bir “La” hali’’
Artık ben yok. “O” var. Oda da yok. O’nun nuruyla dolu bir sonsuzluk
mevcut. Letafet, suskunluk, huzur, itmi’nan, rahmet ve aşkın en mükemmel hali
yaşanır burada. Parlaklığından gözler kamaşır, renkler susar, sesler kendini geri
çeker ve beyazın ihtişamı değil, teslimiyeti konuşur. Nefsin en arınmış hâlidir,
nefs-i sâfiye. Artık ne bir arzu kalmıştır ne de bir gölge. Ne geçmişin tortusu
vardır ne de geleceğin telaşı. Zaman çözülür, mekân erir. Sadece saf bir “olma”
hali kalır geriye. Hâlden bile sıyrılmış bir teslimiyet…
Nefs-i sâfiye, kalbin artık sadece Hakk’la attığı, duanın susup duyuşun
konuştuğu bir makamdır. Tıpkı Ariflerin dediği gibi:
“Kendinden geçen, kendisine değil, gönderenine uyanır.”
Bu oda, başlangıçtaki son, sondaki başlangıç gibidir. Renkli camların hepsi
birer merhaleydi ama beyaz, her rengi özünde taşıdığı halde, onların içinden
süzülüp geride kalan ışıktır. Artık insan nefs değil, nur olmuştur.
Ve belki de bu yüzden burada sessizliğin solukları birer ayete dönüşür:
“Râdıyeten mardıyye” — “Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut.” (Fecr,
89/28)
Bu odada yürüyen kişi artık maksada ulaşmış, sadece bir yolcu değil, yolun
kendisi olmuştur.
O hikmetli bilge tekrar seslendi sanki bizi bir rüyadan uyandırır gibi:
“Ey yolcu… Renkli camlardan geçtin, her biri sana bir hâl öğretti.
Kırmızı seni nefsin hiddetiyle yüzleştirdi, turuncu hayret makamını tattırdı, sarı
idrakin
eşiğinde
bekletti.
Yeşil
içindeki
baharlara
götürdü,
mavi ruhunun derinliklerine daldırdı, mor seni sükûtun kapısına getirdi.
Ve beyaz…Beyazda artık ne renk ne şekil kaldı. Sadece O’nun huzurunda eriyen
bir öz, yalnızca ‘Ben sana şah damarından yakınım’ diyen bir yakınlık…
Bil ki bu saray, aslında senin içindeydi. Her oda bir halindi; her cam,
kaderinin rengiydi. Sen yürüdükçe sana açıldı, sen değiştikçe şekil aldı. Şimdi bu
saraydan çıkarken ardında ihtişamlı bir hikâye değil, kemale yolculuğun sessiz
izlerini bırak. Zira en büyük bilgelik, kendini aşmakta; en büyük zafer, Hakk’ ta
yok olmakta saklıdır.’’
SENEM GÜL
