Fındık mevsimi sona ereli bir hayli olmuştu. Aylardan ekim… O gün şehirden uzak bir sahil kasabasında bir dostumun ziyaretindeydim. Kasabanın ortasındaki geniş parkta bir çardağın altında derin bir sohbetteyiz. Yanımızdaki caminin avlusundaki büyük çınarın dallarının arasından kuş sesleri yayılıyor etrafa. Karşımızdaki karakol binası terk edilmiş bir kale sessizliğinde. Aylardan ramazan, etraftaki lokantalar sessiz. Biraz sonra karakolun kapısından mahzun bir edayla esmer kara kuru, on dört on beş yaşlarında bir çocuk çıktı. Ağlayacak gibi bir hâli vardı. Çocuğa dikkat kesildim. Kulağım arkadaşımda, gözlerim karakoldan mahzun bir edayla ayrılan çocukta… Hemen karşımızdaki sahil camiinin avlusunda boy veren çınar ağacının dibindeki banka oturdu. Ürkek bakışlarla etrafı seyre koyuldu. Ardından bakışlarını yere çiviledi. Dirseklerini dizlerinin üzerine koyarak ana mektubu okur gibi avuç içlerini incelemeye başladı. İçinde bir acı dolanır gibi bir haldeydi. Birkaç damla yaşın gözlerinden süzülüp ardı ardına zemine düştüğünü gördüm. Bu birkaç damla gözyaşı, bağrıma bir bıçak gibi girip girip çıktı. Arkadaşım ileriye dikkatle baktığımı görünce başını çevirdi. Çınar ağacının dibinde oturan esmer çocuğa baktığımı anlayınca manalı manalı konuştu:— Fındık işi bitince hepsi çekip gitti demek ki kalan da var buralarda, dedi. Sesinde çocuğun varlığına karşı bir kayıtsızlık vardı.—Neden böyle isteksiz konuştun, dedim arkadaşıma.—Daha dün karşıdaki caminin avlusundan şehit cenazesi uğurladık!Bunu tartışmanın bir anlamı olmadığını düşündüm. Zira insanlar böyle durumlarda duygularıyla düşünebiliyorlardı. Bunu da saygıyla karşılamak gerektiğini düşündüm. Zira, gencecik evlatları şehit edilen insanların ruh halini de anlamak gerekirdi.Çocuk, biraz sonra kalktı. Yola çıktı. Önüne gelen orta yaşlı, hafif göbekli adama bir şeyler anlattı. Cahillik adamın yüzünde hınç oldu, hınç adamın ellerinde hoyratlık oldu. Elini kaldırdı çocuğun yanağına şiddetli bir tokat savurdu. Belli ki o da dünkü şehit cenazesinin etkisindeydi ve olayları sağlıklı değerlendiremiyordu. Yoksa sıcakkanlı, sevecen Karadeniz insanı bu değildi. Çocuk yanağını tutarak kaçarcasına uzaklaştı adamın yanından. Adam, çocuğun ardından sayıştırdı. Cahillik diline dolandı bu kez adamın. Etraftan geçenlerin kendisine tepki vermelerini engellemek için sesini yükseltti adam.— Bunların hepsi PKK’lı! Burada dilenip teröristlere yardım ediyorlar, diye sahte bir öfkeyle söylendi.Oraya toplanan kalabalığın arasından adama, “çocuğun ne suçu var?” gibilerinden itiraz edenler oldu.Çocuk, sahile doğru yöneldi. Çocuk dediysem 13-14 yaşlarında… Gözlerim hâlâ uzaktan onu süzüyordu. Hemen önünde duran bir minibüs şoförüne bir şeyler anlattı. Şoför eliyle, ‘hadi git işine!’ yaparak uzaklaştı. Başını yere eğerek oradan uzaklaştı, sahile doğru gözlerden kayboldu. Meraklanmıştım. Gerçekten bu ayda Güneydoğulu bir çocuğun buralarda ne işi olabilirdi ki? Arkadaşımdan izin isteyip karakola yöneldim. Komşu ilçenin emniyetinde görevli olduğum için kapıdaki nöbet tutan polis memuru beni tanımıştı.—Müdürüm hoş geldiniz, amirim biraz önce çıktı.— Ben zaten size bir şey soracaktım.—Buyrun müdürüm.—Biraz önceki çocuğu soracaktım. Size bir şeyler sordu. Kimmiş, derdi neymiş?— Urfa’dan geldim yol param yok felan dedi müdürüm. Çok da inandırıcı değildi.Hemen sahile yöneldim Yolun sağına soluna, kayalıklara baktım etrafta gözükmüyordu. Herhalde, geriden gelen bir minibüse binerek gitti diye düşündüm. Geriye döndüğümde öğle ezanı okunuyordu. Parkta oturanların birçoğu camiye yönelmişti. Kalabalığın ahengine uyarak camiye yöneldim. Namaz sonrası yeniden arkadaşımın yanına vardım. Bir müddet sonra vedalaşıp arabama binerek şehre yöneldim. İki saat önceki çocuğun ahvali gözlerimin önünden gitmiyordu. On, on beş kilometre yol almıştım ki birden çocuğu sahilde yürür halde gördüm. İnsan kırk yaşar, fırsat bir düşer aha sana iyilik fırsatı, diyerek hemen çocuğun yanında durdum. — Delikanlı nereye gidiyorsun, dedim.Ürkekti. Hâlâ ağlar haldeydi. Önce yoluna devam etti. Israrcı olduğumu görünce, elinin içiyle gözlerini kuruladı. Hafifçe bana eğildi.— Şehre gidiyom abi, dedi.— Şehre daha on beş kilometre var, yürüyerek nasıl gideceksin çocuğum, atla götüreyim seni, dedim. Bir müddet durdu. Gözlerini iri iri açarak baktı bana. Samimiyetimi anlamaya çalışır gibiydi. Ümitsizliğin kuru yatağında ışıldayan umut, çocuğun gözlerinde parladı. Umut, insanı yüreklendirirdi. Umudun kendisi insanda yürek olurdu zira. Ön kapıyı açtığımı görünce arabaya atladı.Denizin hırçın dalgalarının sesi doldu içeriye. Perişan bir haldeydi. Denizden gelen esinti, üşütmüştü onu.— Seni iki saat önce gördüm. Oradan buraya yürüyerek mi geldin?— Evet abi, kimse almadı beni arabasına!—Minibüslere neden binmedin?— Param yok abi, onlar da almadılar.—Adın nedir delikanlı?—Kavruk!— Kavruk diye isim mi olur yahu, esas adın bu mu?—Herkes Kavruk dediği için adımı bile unutur oldum. Asıl adım Ali!— Peki, Ali ne yapıyorsun buralarda?Bir müddet sustu. Güven veren bir ses tonuyla konuştum onunla. Suskunluğun faydası olmadığını düşünmüş olacak ki konuşmaya başladı:— Abi ben buraya iki ay önce Urfa’dan komşularla fındık toplamaya gelmiştim. Yanında çalıştığım ailenin çocukları yokmuş. Babam olmadığını, üvey babamın da beni istemediğini anlatmıştım onlara. Onlar da bana burada bizim yanımızda kal, bizim evladımız ol, demişlerdi. Fakat ben anamı bırakmak istemedim, Urfa’ya döndüm. Birkaç gün önce üvey babam beni dövdü evden kovdu. Birkaç gün parklarda yattım. Aklıma buradaki aile geldi. Ben de cep telefonumu satarak otobüs bileti aldım buraya geldim. Sabah yürüyerek köye çıktım ancak evde kimse yoktu. Yeniden yürüyerek sahile indim. Urfa’ya dönecek param kalmadı. Karakola gidip, yeniden Urfa’ya dönmek istediğimi paramın kalmadığını anlattım. Polis ağabeyler, bana inanmadılar. Sonra, birine derdimi anlatıp yol parası istedim. O da beni tokatladı. Bir minibüs şoförüne param olmadığını beni şehre götürmesini istedim. O da beni tersledi. Sonra birkaç arabaya el kaldırdım kimse durmadı. Allah razı olsun siz durdunuz.Çocuğun bir çırpıda anlattığı hikâyesi beni etkilemişti.— Peki gerçek baban nerde?— Vefat etti, derken sesi titredi. Birkaç kez yutkundu. İnce boğazının ortasındaki yumru inip inip kalktı.— Babam vefat edince anam başkasıyla evlendi. Ben en büyük olanıyım. Çalışıp eve para getirmemi istiyordu üvey babam. Para getiremediğim zaman beni sürekli dövüyordu. Burada kazandığım paraları üvey babama verdim. İki ay sonra da beni evden kovdu. Arabayı kenara çektim. Çocuğun hikâyesi vurdu beni. Bahtı da lakabı gibi kavruk bu masumun diye geçirdim içimden.— Peki buradaki senin aradığın aile nereye gitmiş.— Tam bilen yok. Kimisi İstanbul’a gitmiş olabilirler, dediler.— Şimdi bir daha köye dönüp soruşturalım o zaman, dedim ve geriye döndüm. Biraz sonra yol kenarındaki lokantanın önünde durdum. Çocuk, gün boyu yürümüştü ve bitkindi.— Senin karnın açtır hadi sana bir yemek ısmarlayayım, dedim.— Yok abi, dedi, ben oruçluyum!İçimden bir şeyler aktı. Boğazım kurudu, bir müddet bir şey soramadım. Bunca sefaletin, çaresizliğin içinde belki de sahursuz oruç tutuyordu. Çocuğun parmak ucunda köydeki evi bulduk. Karşıda minaresi alabildiğine uzun küçük bir cami… Hafif solmaya durmuş yeşillikler arasında birbirine mesafeli kimi ahşap kimi beton evler. Evlerin kapılarında uzun ağaçlar üzerinde yükselen mısır ambarları… Kapı açıktı. Seslendiğimde, kapıya altmış yaşlarında bir teyze çıktı. Çocuğu tanımıştı kadın. Kucaklarını açıp ona sarıldı. İşte gerçek Karadeniz insanı buydu. Bu manzara beni rahatlatmıştı. Kendimi tanıttım. Durumu anlatıp çocuğa sahip çıkıp çıkmayacaklarını sordum. Aile buna çoktan razıydı. Aliyi emin ellere teslim edince cebine biraz harçlık koyup ayrıldım.Daha sonraki aylarda belirli aralıklarla çocuğu ziyaret ettim. Yeni ailesinin eli kolu olmuştu ve hayatından memnundu. En son söyledikleri her şeyin özetiydi:— Abi, demişti, ben o gün Urfa’ya dönerken kararımı vermiştim. Gidip PKK’ya katılacaktım. Çünkü üvey babam evden kovmuştu, devlete sığınmak istedim, karakoldan kovuldum. İnsanlara sığındım inanmadılar dayak attılar. Örgüte katılmaktan başka çarem kalmamıştı. Ben bu kararı verdiğim anlarda Allah sizi çıkardı karşıma. Allah sizden razı olsun. Ben de size ve bana sahip çıkan aileme vefa gösterip hayırlı bir insan olacağım. O gün elimi öptü, sarılıp ayrıldık.*
Birkaç yıl sonraydı. Koğuşun hantal kapısının mazgalı acılı bir gıcırtıyla açıldı. Gardiyan, kapının ufak mazgalına birkaç mektup bıraktı. Kapının metal mazgalı yine aynı iç acıtan sesiyle kapandı.Mektuplardan birisi banaydı.Müdürüm, Duydum ki meslekten atılmış terörist ithamıyla haksız yere hapsedilmişsiniz. Sizden terörist olmayacağını en iyi bilenlerden birisi benim. İki ay önce bir işe girdim. Hala sizin vesile olduğunuz ailemin yanında kalıyorum. Biraz para biriktirdim. Sizin şimdi paraya ihtiyacınız vardır. Allah tez zamanda size aydınlık kapılar açsın. Ali…Tarifi imkânsız duygulardaydım… Dahasını anlatmam ne mümkün!
Ensar Nuralp