Koşarak eve geldi. Elinde sımsıkı tuttuğu mektubu, bir an önce okumak için sabırsızlanıyordu.
Merdivenleri hızlıca çıktı. Daire kapısına geldiğinde nefes nefeseydi. Elini çantasına attı, anahtarını
bulamıyordu.
Bunlar hep telaştandı. Durdu, derin derin nefesler aldı. İçinden 10’a kadar saydı.
Sakinleşememişti. Elleri heyecandan tir tir titriyordu. Çantayı ters çevirip yere döktü. Anahtar
şıngırdayınca, alıp daire kapısını açtı. Yerdekileri çantasına apar topar doldurdu. İçeri girip kapıyı kapattı.
Anahtarını kapının dış tarafında unutmuştu. Öylece olduğu yere oturdu. Kapıya yaslandı. Elindeki
mektubu önce öptü. Sonra göğsüne bastırdı. Gözlerini kapadı ve heyecanının biraz daha yatışmasını
bekledi. Sonra, adeta zarar vermekten korkuyormuşçasına büyük bir özenle zarfı açtı. İçinden ikiye
katlanmış bir kağıt çıktı. Bakışları elindeki mektuba kilitlenmişti. Dakikalarca tek bir cümleden ibaret
olan, ufacık kağıt parçasına baktı. Gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı. Gözyaşları kağıdın üzerine
damlıyor, kalemin lacivert mürekkebi, mektubun üzerinde rastgele dağılıyordu. Dudaklarından belli
belirsiz bir cümle çıktı. Mektupta yazan cümleyi istemsizce tekrar etmeye başladı, “Beni unut, beni unut,
beni unut!”
Saatlerce öyle kalmış olmalıydı. Hava kararmış, evin içi kapkaranlık olmuştu. Etrafına tutunarak
ayağa kalktı. Salona geçti. Kendini, boş bir çuval gibi kanepeye bıraktı. Telefonuna baktı. Şarjı yüzde
3’tü, salonun ortasındaki sehpaya fırlattı. Telefon sehpadan kayarak yere düştü. Yaklaşık 20 dakika sonra
zaten kapanacaktı. Kimseyi ne göresi ne de duyası vardı. Sadece uyumak istiyordu. Ayakucundaki
battaniyeyi üzerine çekti. Her şeyi unutmak istercesine gözlerini sıkıca kapattı.
Ertesi gün, yüzüne vuran güneş ışıklarıyla, gözlerini açtığında, duvardaki saate baktı. Saat, sabah
7’yi gösteriyordu. Yerinden kalkmadan, nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Sanki asırlardır uyuyormuş
gibi hissetti, “Günlerden neydi, hangi yıldaydı?” kafasındaki her şey karman çormandı. Gözü sehpadaki
mektuba ilişti. Biranda her şeyi hatırladı. Kanepede doğruldu, o sırada mutfaktan gelen sesleri işitti.
Kulak kabarttı, evet mutfakta biri vardı!
Sehpanın üstündeki kristal şekerliği eline aldı. Bunu kendini savunmak için kullanacaktı. Nasıl
yapacağı ile ilgili bir fikri yoktu. Uzun koridoru usulca geçerek, mutfak kapısına yaklaştı. Aynı anda
mutfaktan dışarıya çıkan arkadaşı Ruhsar’la kapıda burun buruna geldiler. İkisi de oldukça korktu.
Ruhsar, arkadaşını dün geceden beri defalarca telefonla aramış, ulaşamayınca sabahı zor etmiş, günün ilk
ışıklarıyla birlikte koşarak buraya gelmişti. Kapının üstündeki anahtarı görünce daha da çok korkmuştu.
İçeriye girdiğinde ise arkadaşını uyurken görünce, yüreği biraz olsun ferahlamıştı. Yerdeki telefonu
kaldırıp şarja takmış, sehpanın üzerindeki mektubu gördüyse de okumamış, ancak ters giden bir şeyler
olduğunu anlamıştı.
İki arkadaş koridorda birbirlerine sarıldılar. Ruhsar “ Ben çay demlemiştim, birer bardak
getireyim, sende elini yüzü yıka diyerek mutfağa girdi. Birkaç dakika sonra kızlar, pencerenin önündeki
koltuklarda çaylarını yudumluyorlardı. Ruhsar, merak içindeydi. Uzun süren sessizliği bozarak, “Hazal
neler olduğunu anlatmayacak mısın?” dedi. Hazal, “Bitti. Beni unut diye tek cümlelik bir mektup
göndermiş” diyebildi, o sırada gözlerine hücum eden gözyaşlarını siliyordu. Hazal büyük bir hışımla
ayağa kalktı. “Görüyor musun Ruhsar, bunların hepsini biz Tamer’le birlikte aldık. Bu koltukları, bu
sehpayı, şu battaniyeyi birlikte aldık. Bu evi beraber hazırladık, birlikte mutlu mesut yaşayacaktık.
Düğünümüze iki ay kalmıştı. İki ay, iki ay!” diye ağlamaya başladı. Ruhsar arkadaşını teselli etmekte
zorlanıyordu.
Hazal ile Tamer geçen yıl nişanlanmışlardı. Neredeyse bir sene olacaktı. İkisi de çalışıyordu.
Büyük bir heyecanla, birlikte yaşayacakları evi hazırlıyorlardı. Düğüne iki ay kalmıştı ve artık gelinlik
bakmaya başlayacaklardı. Ancak Tamer bir iftiraya uğramış, apar topar gözaltına alınmıştı. İlk
mahkemesinden sonra, suçsuzluğunu ispatlayamayacağını anlamış ve hapishanenin soğuk duvarlarıyla
tanışmıştı. İçerideki ortama alışmak oldukça zor olsa da geçen zaman içinde, çıkarıldığı mahkemelere hep
bir ümitle gitmiş, ancak hiçbir sonuç alamadan hapishanenin rutubetli havasına geri dönmüştü. Ne zaman
özgürlüğüne kavuşurdu, hiçbir fikri yoktu. Üstelik her mahkemeden sonra ümitleri biraz daha azalıyor,
üzerine yapışan bu damgayı asla çıkaramayacağını biliyordu. Hazal ise görüş günlerinde gelip, ileride
geçirecekleri güzel günlerden bahsederek, ona moral vermeye çalışıyordu.
Tamer; Hazal’ın geldiği son görüşte, kararını vermişti. Zavallı kızcağızın cezaevi yollarında
perişan olduğunu görüyordu. Üstelik Hazal’ın ailesi, artık Tamer’i istemiyorlardı. Hazal onu öyle çok
seviyordu ki, ölene kadar beklerdi. Tamer bunu iyi biliyordu. Bildiği diğer şey ise, uzun bir süre buradan
çıkamayacak olduğuydu. Hazal’a bunu yapmaya hakkı olmadığını düşündü. O’nun o sıcacık gözlerine
son kez bakarken, bir başkasıyla evlenip yuva kurduğunu hayal etti. Bu düşünce ona ızdırap verse de
sevdiği kadını bir ömür boyu mutsuz etmeye hakkı olmadığına kanaat getirdi. O’nu çocuklarının peşinde
koşturup duran bir anne olarak düşündü. O gün, Hazal farkında olmasa da birbirlerini son kez
görüyorlardı. Tamer masadan ayağa kalkarken “Hakkını helal et Hazalcığım” dedi. Hazal sitemkar bir
bakışla, “Böyle konuşma lütfen” diyordu ki Tamer sözünü kesti, “ Dünyanın türlü türlü hali var
Hazalcığım, biz helalleşelim de” diyebildi. Tamer koğuşuna geri döndüğünde, en yakın arkadaşı Lütfü
onu kapıda karşıladı ve ne olduğunu sordu. Tamer cevap verdi, “ Bitti! Artık; hiç gelmeyecek birini, ömür
boyu beklemek zorunda kalmayacak. Hayatına bir şekilde devam etmeli” dedi.
Ertesi hafta görüşe gelen arkadaşı Ahmet’e, “İdareden sana bir mektup verecekler, bunu Hazal’a
ver. Bir daha buraya gelmesine izin verme, gelirse de görüşe çıkmayacağımı ona anlat!” dedi. Ahmet
elinde tuttuğu mektubun ağırlığıyla, ne yapacağını bilemez halde cezaevinden ayrıldı. Mektubu Hazal’a
verdiği gün ise, Hazal içinde güzel şeyler yazdığını düşünerek, kaptığı gibi yanından uzaklaşmış,
Ahmet’in konuşmasına hiç fırsat vermemişti.
………
………
Aradan 7 yıl geçmişti. Tamer hala cezaevindeydi. Her mahkemeye bir ümitle gidiyor, günün
sonunda bir tutuklu arabasının içinde, elleri kelepçeli olarak cezaevine geri dönüyordu.
Hazal mı? Yıllarca, Tamer’le görüşebilmek için uğraşmış, ancak hiçbirinden olumlu sonuç
alamamıştı. Beş yılın sonunda, Tamer’den umudunu tamamen kesmiş ve Almanya’ya yerleşerek kendine
yeni bir hayat kurmaya çalışmıştı. Ancak Tamer’e çok kızgındı. O’nu asla affetmeyecekti. Tamer bütün
kapıları yüzüne kapamamış olsa, ömrünün sonuna kadar, O’nu beklemeye devam ederdi.
Ruhsar ve Ahmet ara sıra görüşe giderek Tamer’e, Hazal’ı anlatıyorlardı. “Bir kızı oldu”, dedi
Ruhsar! “Görsen Hazal’ın kopyası, o kadar sevimli bir şey ki”… Tamer, “Hazal adına çok mutlu oldum”
dese de sol yanının sızladığını hissetti. O gece rüyasında küçük bir kız çocuğu gördü. Kız O’nun elinden
tutmuş, yemyeşil uçsuz bucaksız tarlalara götürmeye çalışıyordu. Sabah rüyasını Lütfü’ye anlattı. Lütfü
rüyayı, Tamer’in bugün görülecek mahkemesine yordu. Tamer gerçekten de o gün beraat etmiş ve nihayet
özgürlüğüne kavuşmuştu.
Yasemin TATLISEVEN
Hayat devam etmeli…
Unutmak da bir nimettir, lakinkin mesele bildiğin gibi değildur