Unesco 2021 yılını tüm dünyada Hacı Bektaş-ı Veli yılı ilan etti. Hem bu sebeple hem de neredeyse bir yıldır zihnimin kıvrımlarında dolaşan ve kendini belli aralıklarla bana hatırlatan yazının ağırlığından kurtulmak ihtiyacı ile yazmak istiyorum. Bu mesele üzerine. Ayrılık sandığımız bir’likler üzerine…
İlkokuldayım. Okul çıkışı iki sınıf arkadaşım geliyor yanıma. Benim Kürt olduğumu bildiklerini artık benimle oynamayacaklarını söylüyorlar. Çocuk kalbimin ortasından yüreğimi iki parçaya bölen derin bir nehir akmaya başlıyor. Aynı sınıfta olduğum iki kişinin daha adını söylüyorlar. Alevi oldukları için onlar da benimle aynı kaderi paylaşacaklar. Şaşırıyorum. Alevi ne demek? Bilmiyorum. Eve geliyorum, anneme soruyorum. Hz.Ali’yi çok seven, diye cevap veriyor annem. Üzülüyorum. Ama bu sefer kendim için değil.
Lisede ise iki yakın arkadaşım oluyor. Aleviler ama ben bunu tabii olarak çok sonra öğreneceğim. Onlardan değil yine başka birinden. Bir ders arası kulağıma fısıldanacak. İçimden gizli bir şefkat büyüyecek onlara karşı. Neredeyse tüm zamanım, teneffüslerim onlarla geçiyor. Bir önceki yazımı (Hastalıkla Meselemiz) okumuş olanlar lisede ince bir hastalık geçirdiğimi hatırlayacaklardır. Kişiliğimi oluşturan asıl dinamikler o dönemde sanırım. Her yazımda o zamana giden bir yol bulmam boşa değil. Ağır bir tedavi sürecinden sonra okula döndüğüm zamanlar. Günde on beş on altı ilaç içtiğim için oruç tutmam yasak. Öğle yemeğim ve ilaçlarımla onların yanına gidiyorum. İyi ki varlar diyorum. Var olmalarından mutluluk duyuyorum. Haberim yok o zamanlar ne ötekileştirmeden ne de küçük görmekten. Ne temiz bir çocukluk yaşamışım!
Üniversite yıllarımda bu meselenin yalnızca birkaç kere adı geçiyor. Yine başkaları, başkalarının Alevi olduğunu söylüyor bana. Gizlice.
Öğretmenliğe başlıyorum. Her renkten öğrencim oluyor. Ama ben en çok kaderini kendi ötekileştirme kaderime benzettiğim Alevi öğrencilerimi takip ediyorum. Değişik bir koruma içgüdüsü… Kökleri çocukluğumda. Bir çocuğun diğer çocuğu ötekileştirdiği o okul çıkışında.
Derslerimde özellikle bu konular üzerinde duruyorum. Neredeyse her konudan bu meseleye giden bir yol buluyorum, bulmaya çalışıyorum. Konuşuyorum onlarla. İncinmelerimizden, incinen yerlerimizden bahsediyoruz. Bir daha kimse incitmesin diye.
Edebiyat müfredatı işimi kolaylaştıyor. Kabul etmedikleri ideolojileri burun kıvırıp dinliyor öğrenciler. Anlatmak zor. Ama vazgeçmiyor üzerlerine gidiyorum. Nazım Hikmet’i de Necip Fazıl’ı da aynı coşkuyla anlatıyorum. Onlara Hacı Bektaş’tan, Yunus Emre’den ve Pir Sultan Abdal’dan bahsediyorum. Pir Sultan Abdal’ın Hızır Paşa’yla olan hikayesini anlattığımda dikkatle dinliyor hepsi. En kayıtsız öğrenciler bile. Gözleri doluyor, gözlerimiz doluyor Pir Sultan Abdal için. Onun hatırasına hemen bir türkü açıyorum. Sınıfın soğuk, beton duvarlarında yankılanıyor Selda Bağcan’ın yanık ve sıcak sesi,
Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Katip arzuhalim yaz yare böyle
…
Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa
Yazılan geliyor sağ olan başa
Beni hasret koydun kavim kardaşa
Katip arzuhalım yaz yare böyle
Kendimi ön yargılardan korumaya çalışırım, bununla mücadele ederim fakat hayatın öyle anları var ki içinizde büyümesin diye uğraştığınız ne varsa o şeyin tam da sizin korktuğunuz o yerde filizlenmeye başladığını fark ediyorsunuz. Bunca yıldır arkadaşı, komşusu ve öğretmeni olduğum bu insanların nasıl inandıklarını ve nasıl ibadet ettiklerini -bana anlatılanlar dışında- merak etmemişim mesela. Merak etmemek… Kayıtsızlığın ve kıymet vermemenin başka bir formu sanki. Daha gizli, daha derinde ve daha normalleştirilmiş.
Sonradan farkına vardığım şeyler içinde canımı en çok yakan bu sanırım. Öyle ki hemen iletişime geçiyorum evime en yakın Cemevi’yle. Gelebilirsin, diyorlar ismimin sonuna ”can” ekleyerek. Gidiyorum. Başlama saati daha gelmeden orda oluyorum. Önde oturan birkaç kadının yanına gidiyorum. Onlarla bekliyorum cemin başlamasını. Sağımda yaşlı bir teyze var. Adının Zeynep olduğunu söylüyor. Bana ilgi gösteriyor, etrafı tanıtıyor. Arada gelen gidene laf atıyor. Sevimli bir kadın. Susuz kalan toprakta oluşan yarıklar gibi derin izler var yüzünde, ellerinde. Yürüyünce ayakta duramayacak kadar yaşlı buna rağmen her hafta ihmal etmeden geldiğini söylüyor ceme. (Cem haftada bir defa yalnızca perşembe günleri yapılıyor.)
Kadınlar ve erkekler aynı mecliste ama ayrı oturuyorlar. (En azından benim gittiğim Cemevi’nde böyleydi.) Çok geçmeden bir amca giriyor içeri. Selam bacılar, selam erenler, diyerek selamlıyor bizleri. Hz.Ali, Hacı Bektaş ve Pir Sultan’ın resimlerinin olduğu orta alana gelip onlara da selam veriyor ve arkasını dönmeden geri geri giderek yavaş ve edeple oturuyor yerine. Başlama saati yaklaştıkça gelenlerin sayısı artıyor. Elleri boş değil. Herkes evinde ne varsa getirmiş ikramlık olarak. Bu ikramlar girişe bırakılıyor. 12 imam hizmetiyle görevli olan gençler topluyor bu ikramları. Cem devam ederken gelen kişi sayısı kadar eşit parçalara ayrılıyor ikramlar. Cem sonunda ise herkese dağıtılıyor. Eli dolu gelen eli boş gitmiyor. Ne incelik…
Aynı amaç için bir araya gelen bu insanların hepsinde muhabbet meclisinde olmanın verdiği bilinç ve edep var. Yükses sesle konuşulmuyor. Her şey yavaş ve dikkatle yapılıyor. Henüz daha neyle karşılaşacağımı bilmesem de bu ortamın beni fazlasıyla etkilediğini söyleyebilirim. Cem’i yönetecek olan Dede’nin içeri girmesiyle birlikte herkes ayağa kalkıyor. Kısa bir konuşma yapan Dede beni sohbet meclisinde olanlara tanıtıyor aramızda bir misafirimiz olacak diyerek.
Cem başlamak üzere. “Yolumuz rıza yoludur. Aranızda dargın, küskün olanlar, üzerinde kul hakkı olanlar, bilerek veya bilmeyerek hata ve günah işleyenler varsa burası Hak meydanıdır. Meydana gelsin. Özünü dara çeksin.” deniliyor. Özünü dara çekmek, nasıl güzel ifade… Muhlis Akarsu’nun (bir yitik, bir garip, bir masum ozan… hayatını Madımak’ta kaybetmişti.) şu dizelerini getiriyor akla,
Akarsu özümü çekeyim dara
Neyini diyeyim köroğlu köre
Dünya düşman olsa sevdim bir kere
Bir derdi sevdaya sardı yar beni
Ben heyecanla semahı beklerken aslında semahın Cem’in sadece bir parçası olduğunu öğreniyorum. Ortalama iki buçuk saat süren Cem’de semah yarım saat belki de biraz daha fazla sürüyor. Semahtan önce sohbet, dua ve şu an adı hatırımda kalmayan birçok aşama var. Bu aşamaları bölen ya da bu aşamalara sazıyla eşlik eden zakir deyişler okuyor. Sıradan zamanlarda bile beni durduran, düşündüren ve içindeki derinliğe hayran olduğum deyişleri ortamında dinlemek apayrı bir pencere açıyor ruhumda.
Kulağım deyişlerde gözlerim tüm samimiyetiyle ibadet eden, arınmaya çalışan ve büyüklerinden miras olarak bir garip hüzün devralan insanlarda. Sağ eller kalpte, gözler kapalı, çektiği acı ve hüzün yüzünden belli olan insanlar… Bir hüzün bir nesle nasıl miras bırakılır, yüzyıllar önce Kerbela’da şehit edilenlerin yası nasıl hala diri tutulur?
Semahın başlamasıyla tüm ilgimi semah yapanlara yöneltiyorum. Derin bir saygıyla her birinin ayrı anlamı olan değişik figürlerle dönüyorlar. Onlar semaha başladığında kendimi çok kadim bir şeyin içinde hissediyorum. Kadim ve derin… Onların kendi varoluşlarına anlam katmalarına tanıklık ediyorum. Hayata anlam katma yöntemlerimiz farklı olsa da ortak amacımızın iyiye ve güzele ulaşmak olduğunun ayırdına varıyorum. Bir güzele düşen gönül, çiçeklenir korulanır diyor Pir Sultan Abdal. Benim de gözüm, benim de gönlüm hep güzele düşsün diye dua ediyorum. İçimden.
Cem’in bitişiyle bir bayram havası esiyor sanki ortamda. Mutmain olmuş, acıyla yoğrulmuş ve acıya yorulmuş gönüller tebessüm ediyorlar birbirlerine. Cem’i yöneten Dede teşekkür ediyor bana. Zeynep teyze yanımda hala. Dirseğini dirseğime değdirerek ve illa ki tebessümle “Haftaya yine gel.” diyor. Kadınlar geliyor yanıma. Muhabbetin sıcaklığıyla dolmuş elleri, ellerime değiyor, sırtımı sıvazlıyor ve dua ediyorlar. Kıymet, konukseverlik ve samimiyetin buharlaşıp havaya karıştığı bu ortamda havayı soluyorum, onunla soluklanıyorum.
Payıma düşen lokmayla -ki iki elma ve bir keteydi- eve dönüyorum. Uzun bir süre düşünüyorum. Bu ziyareti bu kadar geciktirmiş olmanın hüznüyle kavruluyor yüreğim. Cem’deki çocukların yüzü geliyor aklıma bir bir bana kendi çocukluğumun kayıp zamanlarını hatırlatan. Jorge Amado “İnsanın ana yurdu çocukluğur.” derken öyle haklı ki. Değersiz, dilsiz ve kayıp büyüdüğüm zamanlar şimdi geçip gitmiş olsalar da bir gölge gibi peşimdeler hala. Tüm yüreğimle o çocukların bu hissi yaşamadan büyümesini diliyorum.
Tümden insanları sevsek de tek tek insanları sevmiyor, sevemiyoruz. İnsanlığı seviyoruz ama ikinci kattaki komşumuz Alevi diye yemeğini -belki de- yemiyor, kapı komşumuz Kürt diye aramıza mesafe koyabiliyoruz. Kaşağıyı ben kırmıştım, diyemeyen Ömer Seyfettin karakteri gibiyiz.
Hepimiz bu toprakların emzirdiği çocuklarız. Kendimizi buralarda yer eden arızalı bakış açılarından, zihinlere kök salan derin ön yargılardan koruyabildik mi, diye düşünüyorum. Toplumsal çürümenin her azınlık için bu denli yayıldığı bu topraklarda gerçekten sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmiş olabilir miyiz? Başkasının acısına kör olmadan onunla birlikte onun için savaşabilir ya da bizim gibi olmayanı bize benzetmeye çalışmadan gönlümüze alabilir miyiz?
Ah! Zeynep teyze geliyor aklıma sık sık “Haftaya yine gel.” demişti bana tüm samimiyetiyle, gözlerimin içinden ruhuma bakarak. Basit bir olay bu ama ne zaman hatırlasam koca bir insanlık sıkıntısı gibi içimi sızlatır Zeynep teyze. Haftaya yine gel deyişi ve insanı evinde hissettiren tebessümüyle…