Estiğinde serin bir rüzgâr bazen,
Gürler gök ardından bulutların.
Kesif bir sessizlik kaplar kâinatı.
Sükût; yani susmuşluğu tabiatın.
Yüreğinde barındırdığı sevgi insanlığın.
Ruhumuzun incelikleri döküldüğünde bir bir satırlara…
Bunca yazı, harf ve bunca hece yağmış hazan gibi, ruhumuza.
İçli bir duaya durur ya insan,
Ve durmaksızın geçer ya zaman,
Aldırmadan tüm yaşananlara;
Yürekte izini bırakaraktan…
Tebessüme karışmış hüzün, hazzı sararmış iklim,
Böyle tarif edilirdi,
Telaşlı harflerin gölgesinde hazan vakti belki.
Kocarken seneler, akarken mevsimler,
Yaralarımıza tutunur çaresiz aldanmışlığımız.
İnsanlığımız; yani, nisyanımız.
Yolumuza serpilir sarı kızıl umutlarımız…
Solmaya yüz tutmuş başlangıçlarımız…
İbnu’l- vakt için vakt-i hazandır;
Dallardan süzülür son baharlar,
Son hayaller, son hayatlar…
Anın esiri bir forsa gibi,
Dakikalara mahkûm yaşayaraktan.
Sorarız birbirimize,
Zamana hükmedermişcesine:
‘Saat kaç?’ diye…
Hâlbuki bilindikti tüm öyküler evvelden beri,
Biliniyordu akıp gideceği,
Devrik cümlelerin biçimsiz duruşu gibi.
Büsbütün yenilmişliğimiz…
Yani biz;
Kendimiz.
Yaşamak bu.
Ne zaman öter tepemizde baykuşlar bilemeyiz,
Ne zaman kırılır kum saatimiz,
İşte budur ol hikayemiz, şol hakikatimiz,
Ölmeden önce ölmenin neşidesini,
Çığırırsa içimizdeki yaşlı şarkıcı;
Yaramızın bam teline vura vura,
Ölümün ve ölümsüzlüğün şarkısını,
Ve kaçınılmaz hakikatin ihtarını.
Fakat…
Suskunluğumuz;
En derin kuyumuz…
Ne asalet kaldı, ne cesaret…
Sükutumuz;
Unutmuşluğumuzdan.
Hatırlat Ey Rahman…
Beni, bana hatırlat,
Bizi, bizlere hatırlat.
Son baharlar geçmeden, kışlar bitmeden;
Bizi, bizlere yakınlat.