Eylülde Berlin Sürprizi 3 / Hasan Çağlayan

Eylülde Berlin Sürprizi 3

Muslimsche Kulturwoche

Kahvaltı sonrası güzel bir ortamda kahve içtik. Böylesi bir kahveyi en son Antakya’da içmiştim. Güzel oldu. Ardından da MKW’nin Forum Dialog ile birlikte organize ettiği Ehrenamtstreffen (Gönüllüler Buluşması) toplantısı için yola çıktık. Merkezi bir konumda bulunan binanının ince, uzun ve aydınlık salonunda yine gençler çoğunlukta. İçerde farklı inançlardan insanların ve Alman misafirlerin olması da sevinç verici. Genç kızlar kapalı giyimleriyle gayet şık görünüyorlar. Onlardan biri, Kübra Dalkılıç hanım sunuculuk yaptı. Akıcı Almancası ve sempatik konuşmasıyla takdiri hak etti bence.
Ev sahibi olarak Levent Kılıçoğlu Bey konuşma yaptı. Yılda bir büyük program oluyormuş. Yine yılda iki üç kez tematik müzik etkinliği düzenliyorlarmış. Hatta ilk program Yunus Emre Abend imiş. Kültür bakanlığının destek verdiği bu programlar harika. Tiyatro, Müzik, Hat gibi sanat çeşitleriyle bezenen bir diyalog anlamlı gerçekten. Broşürlerden anlaşılıyor ki daha pek çok gönüllü çalışma oluyormuş.

House of One: Bir’in Evi

Henüz binası yapım aşamasında olmasına rağmen hayata geçmiş olan bu proje çok dikkatimi çekti. Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin buluştuğu dua evi “House of One: Bir’in Evi” ilginç bir fikir gerçekten. Bu, dinler arası ortak ibadethane ve barış projesi anlamına da geliyor. Bir ve tek olanın evinde buluşalım. Biz aslında ayrı ve gayrı değiliz, gibi anlamlar içeriyor. Ülkemizde de Cami-Cemevi projesi başlamıştı; yarım kaldı. Aklı başında olan ve kendine güvenen herkesin destekleyebileceği böylesi projeler ufuk açıcı. Kimse kimseyi yemiyor sonuçta.

Gendarmenmarkt Meydanı

Çay ve çeşitli ikramların ardından Gendarmarktplatz’a (Jandarma Pazarı Meydanı) yürüdük. Konzerthaus Berlin’in önünde bulduk kendimizi. Bu bina Friedrich Schinkel tarafından tasarlanmış bir konser salonu. Şimdi Berlin Senfoni Orkestrası’nın eviymiş. Ortalama 1500 kişilik bir kapasitesi varmış salonun. Akustik bir ortam sunan bu yerde, büyük orgun 5811 borusu olduğunu öğreniyoruz. Mimar Schinkel, şehre daha pek çok eser kazandırmış. Hatta meşhur bir söz var, diyor Gökhan Bey: “Schinkel’i Berlin’den çıkarırsanız geriye çayırlık kalır.” diye. Mimarlar, sanatçılar, şair ve yazarlar kıymetli.
Binanın hemen sol ve sağ tarafında, birbirinin ikizi gibi görünen iki büyük kilise yer alıyor. Soldaki, Fransa’dan sürgün gelen Huguenot ailesinin yaptırdığı Französischer Dom iken onun tam karşısındaki de Almanlar tarafından yapılan Berliner Deutscher Dom imiş. Karşılıklı çok güzel bir kompozisyon oluşturuyorlar. İşte burada MKW için bir dakikalık reklam videosu çektirdik. Almanca olarak, “Ben şuyum, MKW’ye gideceğim. Sen de geliyor musun?” temalı bir davetiye videosu bu. Dostum Yaşar Bey kendi konseptinde ısrar edince, kameraman bey, onu çeşme başında kayda aldı. Bence güzel de oldu.

Schiller Anıtı

Alanın ortasında şair Friedrich Schiller’in heykeli yer alıyor. “Affetmek ve unutmak iyi insanın intikamıdır.” diyen büyük şairin hemen yanında oturur vaziyette dört kadın heykeli mevcut. Bunlardan birinin elinde lir var. O kadın, lirik şiiri ve ilhamı; elinde maske olan, tiyatro ve trajediyi; elinde tablet tutan, tarihi; elinde parşömen bulunan da felsefeyi temsil ediyormuş. Ve bütün bu değerler şair Schiller’de buluşmuş. Böyle bir anlam çıkıyor buradan. Schiller, Goethe ve Lessing, Aydınlanma Çağı’nın üç büyük Alman temsilcisi olarak kabul görmüşler.

Yürüyerek Şehir Turu

Grubun tamamlanmasını beklerken, tarihi konser salonu önünde fotoğraflar çektirdik. Grup tamamlanınca da yürüyüşe geçtik. Yürürken St. Hedwig Katedrali’nden güzel bir fotoğraf yakaladım. Bu fotoğraflama işini bütün gezi boyunca yaptım. Derken tarihi Humboldt Üniversitesi binasının önündeki geniş alanda durarak Gökhan Bey’i dinlemeye koyulduk. Bu ismin biyocoğrafyanın kurucusu Humboldt’tan geldiğini sansam da öyle olmadığını öğrendim. Meğer dilbilimci ve filozof Wilhelm von Humboldt’tan geliyormuş. Coğrafyacı Alexander von Humboldt da onun kardeşiymiş. İkisinin heykelini yapmışlar.
Gökhan Bey diyor ki “Bu meydanda, muhalif yazarlara ait yirmi bin kadar kitap yakılmış.” Yerde, kare şeklinde bir camı göstererek: “Burası da ‘Saklı (Kayıp) Kütüphane.’ Dikkatle bakarsanız raflar görünüyor.” Sembolik bir anlamı olmalı bunun. Bir de yerdeki Demir bir levhada şair Henrich Hein’in henüz 1820’lerde söylediği bir söze dikkatimizi çekiyor: “Kitapların yakıldığı yerde insanlar da yakılır.” Evet, sanki bir kehanet gibi, hem kitaplar hem de insanlar yakılmış ne yazık ki.
Ne yazık ki günümüzde de durum aynı. Türkiye’de yaşanmakta olan süreçte de birçok kitap yakıldı ve atıldı. Gökhan Bey de iç geçiriyor: “Kütüphaneme sahip çıkılmadı.” diyor. Bu süreçte o da benzer bir mağduriyet yaşamış; kitaplarını kaybetmiş. Moğollar ve Franklar başta olmak üzere, nice milletten nice zorba lider, bütün bir medeniyeti yok edercesine kitaplar yaktırmış tarihte. Meşhur Bağdat, Harran, İskenderiye ve Endülüs kütüphanelerinin yakılması, bütün insanlığın ortak kaybıdır aslında. Allah’tan eğitimli insanlar yer değiştirerek medeniyet ateşini söndürmemiş ve oradan oraya taşımışlar.

Ihlamurlar Altında

Unter den Linden bulvarındayız. Doğrudan romantik bir anlam taşıyor burası. Niçin ‘Ihlamurlar Altında’ denilmiş, diyecek olursanız, cadde ortasındaki yaya yolu boyunca uzanan ıhlamur ağaçlarından dolayı elbette. Caddenin sağında solunda pek çok tarihi bina yer alıyor. Alman Tarih Müzesi, Neue Wache, Berliner Dom, Berlin Devlet Operası, Charlottenburg Sarayı, Humboldt Üniversitesi ve Adlon Hotel diye sıralanıp gidiyor binalar. Caddenin ortasında, Prusya kralı Büyük Frederick’in atlı heykeli görünüyor. Böylesi heykeller birçok ülkede var. Hep birden zihne üşüşüyorlar.

Müzeler Adası

Alman Tarih Müzesi duvarlarında savaş başlıkları olan tolgalar dikkatimi çekti. Bir de fotoğraflar. Bu bölgede, yani müzeler adasında dolaşırken sık sık Viyana’yı hatırladım. Hatta söylerken bile karıştırıp Viyana dediğim oldu. Ama Viyana’nın Ring içinde kalan kısmı beni daha çok etkiledi diyebilirim. Buradaki en önemli ve en derin iz İkinci Dünya Savaşı ve Holokost olmalı ki her yerde karşımıza çıkıyorlar. Bu da ister istemez acıyı hatırlatıyor.
Mesela Neue Wache binası böyle bir anıt. Daha önce de bahsettiğim gibi savaş ve baskı kurbanlarını anmak için inşa edilmiş. Daire şeklinde açık bırakılmış tavanın tam altında kucağındaki ölmüş çocuğuyla ağlayan bir anne heykeli var. İçeri güneş, yağmur ve kar düşebiliyor. Şu sürecin sonunda ülkemizde de böylesi anıtlar yapılıp müzeler kurulur mu bilmiyorum. Özellikle İşkence anıtları, Meriç anıtları, baskın anıtları gibi.
Bir de Nazi döneminde sürgün edilen, tutuklanan, öldürülen ya da toplama kamplarına gönderilen insanların anısına yapılan bir anıt olarak Stolpersteine (Tökezleme Taşları) var. Küçük pirinç kaplamalı küp şeklindeki bu taşlar, yaklaşık 10×10 cm büyüklüğündeler. Her taş, kurbanın son ikamet adresinin önündeki kaldırıma yerleştirilmiş. Üzerine, kurbanın adı, doğum tarihi, sürgün edildiği veya öldürüldüğü yer ve tarih yazılmış. Her şehirde görmek mümkün. Süreç sonunda bizde de yapılabilir.

Berlin Katedrali

Berliner Dom bir Protestan kilisesi imiş. Aslında, piskopos bulunan kiliselere katedral denildiği halde, günümüzde bütün büyük kiliselere Dom deniliyor. Şu var ki gerçekten de çok güzel bir yapı burası. Barok üslubunda yapılmış. Çatısı yeşil. Arkasında Berlin’in simgesi olan ‘Fernsehturm’ yer alıyor. Bu Kule bir sembol olmuş. 368 metre imiş. DDR yönetimi tarafından bir güç gösterisi olarak yapılmış. Bu iki yapı zarif bir zıtlık oluştursa da uyum içinde görünüyor.
Katedrali’n önündeyse havuzlu geniş bir yeşil alan mevcut. Pek çok insan gelmiş hatıra biriktiriyor. Kitap okuyan, sohbet eden ve güneşlenenler göze çarpıyor. Kimileri otururken kimileri uzanmış. Yanı başımızda ise bir müzik grubu şarkı söylüyor. Spree Nehri’nden turistik feribotlar geçiyor. Fotoğraflar çektirmeden edemedik.
Trabi’ler ve Bike Taxi’ler
Burada yeterince kaldıktan sonra Brandenburg Kapısı’na doğru yürüyüşe geçtik. Yürürken caddede bisikletli büyük bir grup göründü. Biraz sonra bizdeki Serçe’ye benzer mini arabalar geçmeye başladı. İsimleri Trabi (Trabant) olan bu nostaljik arabalar Doğu Almanya yapımı imiş. Kiralayıp gezmek mümkün diyorlar. Bir de üç tekerlekli Bike Taxi’ler var. Onlar da adı üstünde taxi. Viyana’daki faytonlar neyse Berlin’de de Bike’ler o. Ama faytonun yeri başka.

Volkswagen Araba Müzesi

Yol kenarında bulunan Volkswagen Auto Museum’a da girdik. Volkswagen, ‘halk arabası’ anlamına geliyor. Yani halktan insanların binebildiği ucuz araba anlamında. Almanya’da araba, cep telefonu gibi bir şey. Resmi bir işe başlama durumunda, şayet zaruri ihtiyaç varsa, işyeri tarafından sıfır bir araba hediye edilebiliyor. Ama ülkemizde böyle değil. Üstelik Volkswagen, orta sınıf insanların ancak binebildiği bir araç.
Neyse, müzeye dönecek olursak, sergilenen tarihi arabalar ve minibüslerin dikkat çekici olduğunu söylememe gerek yok. Ama dört tarafı yüksek sinema perdesi olarak tasarlanmış geniş bir salona girince şaşıp kalıyorum. Modern şehir caddelerinde ilerleyen postmodern arabalar yansıtılıyor duvara. Bir sanal gerçeklik mühendisliği çalışması olan bu görüntüler insanı şaşırtıyor. Gelecek değil, yakın gelecek neler getirir bilmiyorum dedim içimden.

Meşhur Bir Otel

Hotel Adlon Kempinski’nin önünden yürüyoruz. Bu meşhur otelde kalan tanınmış Türklerden bahsedildi. Sultan Vahdettin, Halit Ziya Uşaklıgil ve Üstad Bediüzzaman burada kalmışlar. Bir de Charlie Chaplin, Albert Einstein, Barack Obama, Madonna gibi ünlülerin isimleri geçiyor. Böyle olunca ister istemez bir çekim gücüne sahip oluyor mekânlar. Böylesi detaylar, turistler için vitamin takviyesi gibi.

Brandenburg Kapısı

Sanat Akademisi’nin önünden nihayet bir başka meşhur noktaya, Brandenburg Kapısı’na geldik. Grup olarak bolca fotoğraf çektirdik. Levent Bey, “Berlin’in sunacağı çok şey var.” diyor. Dışarıdan gelip görmek ile içinde yaşamak bir olmaz tabii. Bir insan, ancak içinde uzun bir süre yaşadığında şehrin detaylarını fark eder ve ruhuna nüfuz edebilir.
Brandenburg Tor, sembol bir yapı. Antalya’daki Hadrian Kapısı aklımdan geçti bir an. Ama burası daha simgesel. Tam üstünde dört attan oluşan Quadriga heykeli bulunuyor. Üzerinde Melek kanatlı bir tanrıça. Elindeki tuğun ucunda Defne çelenkli haç ve en üstte de kartal yer alıyor. Bu bir barış anıtı olarak tasarlanmış, daha sonra da zafer anıtına dönüşmüş. Yani hem zafer ve güç hem de barış ve özgürlük işareti olmuş bugün.
Kartal, özellikle de çift başlı kartal, Hititler dahil, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Avusturya Macaristan, Rusya ve günümüzde de ABD ile Almanya olmak üzere, pek çok büyük devlet tarafından bir güç ve hakimiyet sembolü olarak benimsenmiş. Kartal ile birlikte arslan sembolü de yaygın; fakat Berlin’in sembolü ayı. Bu da gücü sembolize ediyor.
Bizler fotoğraf çektirirken Doğu Türkistan bölgesinde Uygur halkına yapılan zulmü protesto eden iki araç geçiyor. Üzerinde bayrak ve pankartlar var. Bu yıl, özellikle büyük şehirlerde, Gazze’deki zulmü toplu olarak protesto edenleri de gördük. Zayıf ve küçük toplumların kaderi bu. Hâkimiyetlerini kolayca yitirebiliyorlar ne yazık ki.

Parlamento Binası

Kapıdan geçerek Reichstag’ın önüne geldik. Bu tarihî bina, aynı zamanda Bundestag’ın yani Federal Meclis’in de merkezi imiş. Güçlü ve ikonik bir demokrasi sembolü burası. Tarihî bina, restorasyon sırasında modern cam bir kubbe ile tamamlanmış. Ve bu kubbe, içeriden gezilebiliyormuş. Nitekim şu an gezmekte olanları görüyoruz. Bunun için randevu gerekiyormuş ama. İçinde halka açık bir lokanta olması da ayrıca anlamlı.
Arkadaşlardan birinin dediğine göre 1933’te meclis binası Reichstag’ın kubbesi alev alev yanmış. Büyük toplantı salonu ve çevresindeki bazı odalar da bu yangında tutuşmuş. Yangının bir kundaklama sonucu meydana geldiği bilindiği halde olayın fâili hiçbir zaman ortaya çıkartılamamış. Bizde 15 Temmuz neyse Almanya’da da bu yangın aynı işlevi görmüş. Hitler, bu olay sonrasında bütün muhalifleri etkisiz hâle getirmiş. Tabii, olan ülkeye ve insanlara olmuş.

Tiergarten

Hemen arkamızda yer alan yeşil bölge de Tiergarten imiş. Bu isim normalde hayvanat bahçesi anlamına gelse de vakti zamanında ‘avlak’ olarak değerlendirilmiş. Muhtemelen Osmanlı’da olduğu gibi kral ve maiyeti ava çıkarak bir nevi antrenman yapmış, stres atmış olabilir. Bugün burada hangi hayvanlar var, o gün hangileri avlanıyordu bilmiyorum. Dediğim gibi, detaylı gezmek için geniş zamanlar lazım. Bu gezi, yüzeysel bir ilk okuma olarak görülebilir.
Gökhan Bey anlatıyor. Yer yer Levent Bey de açıklamalar yapıyor. Bizler de dinliyor ve seyrediyoruz. Ben ekstradan not tutuyorum. Bunu yazıya aktarmazsam pek çok anı gibi silinip gider, biliyorum. İşte, bulunduğumuz yerin biraz ötesinde Berlin Hauptbahnhof (Merkez Tren İstasyonu) görünüyor. Üzerinde durduğumuz cadde ise, sanki şehri baştan sona ikiye bölüyor gibi. Bir de Berlin, büyük bir şehir olmasına rağmen olağanüstü yeşil. Hâlbuki eylül etkisiyle sararıp solmalar olur diye düşünüyordum. Darısı ülkemizin başına.

Bir yanıt yazın