En çok hikaye yazarken zorlanıyordum ben. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. “Şimdi birisi gelse ve hikaye başlasa” diyorum; bakıyorum kimse gelmiyor. “O zaman şimdi yolculuğa çıkma vakti.” diyorum; yol hazırlığı yok. Sonra açıyorum yazının duayeninin sözünü bir daha okuyorum. Tolstoy diyor ki; “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Ne muhteşem bir tavsiye. Doğruluğunu tasdik etmemek mümkün değil. O zaman neden başlamak bu kadar zor geliyor?
Bir gün pencereden dışarı bakarken bir ağaç gördüm. Yaklaşık üç metre boyunda bir ağaçtı. Dalları inceydi ve yukarıya doğru uzanıyordu. Yaprakları azdı. Henüz gölge yapacak kadar sıklaşmamışlardı. Etrafına bir küçük bir tahta çit yapmışlardı. Yeni ekilmiş olduğunu göstermek istiyorlardı herhalde. Birisi oynamasın, köklerine zarar vermesin diye tedbir almışlardı anlaşılan. Yapımı yeni bitmiş binanın önünde tek başına yeni bir hayata hazırlanıyordu. “Bizim sokağa ağaç gelmiş.” dedim. “Hoş geldin ağaççık.” der demez anladım Tolstoy’u ben. Gelmişti işte. Mahallemize bir yabancı gelmişti. Yeni binanın önünde yalnız, yabancı, garip bir ağaç. Yurdundan uzak bir gurbet elde tutunmaya ve yaşamaya gayret edecek yalnız bir ağaç. İnsan hikayeye başlamak için daha bekler ki!
Eskiden şehirler küçüktü. Etrafını surların çevirdiği hayatın oldukça monoton olduğu bir şehirde -belki de kalede demek daha doğrudur- birisinin gelmesi veya birisinin yolculuğa çıkması olağanüstü bir olay olurdu. Tolstoy’un yolcu metaforunu kullanmasının sosyolojik temeli vardı bu yüzden. Bugün biz çoğunlukla yüz binlik şehirlerde yaşıyoruz. Milyonluk şehirlere göçüyoruz. Yaşadığımız yerlere her gün binlerce insan geliyor ve gidiyor. Çoğu zaman onların farkında bile olmuyoruz. Bu durumda şehrimize gelen ve gidenlerden hikaye çıkarmak bize tuhaf gelebilir. O zaman yolculara ve yolculuklara bakışımızı değiştirmemiz gerekir. Eskinin kaleleri bizim şu an yaşadığımız apartmanımız ya da sitemiz. İşte hikayeye başlarken bu şehri baz almalıyız. Sokağımıza dikilen bir ağacın, yan tarafa yeni taşınan bir komşunun, kurbanlık alınan bir koçun, her akşam siyatik ağrısı tutan Hasan amcanın, huysuz ihtiyar Cemile teyzenin, apartmanların arasındaki kimseye satmadığı arsasında salatalık yetiştiren Sakıp dayının, emeklilik için yaşını doldurmayı bekleyen Mümtaz beyin, disiplinli hayatı ile çocuklarına hayatı zindan ettiğini düşündüğün İlker albayın, fazla kilolarından şikayet ettiği halde her gün hazır yemek yemekten vazgeçmeyen Gülay’ın velhasılı kalenizin sakinlerinin hikayeleri yazılmayı bekliyor. Sokağın izbe bir yerinde yaşamaya çalışan Suriyeli göçmen aile bir hikayenin konusu olmaz mı? Kapatmayın kalenin kapılarını. Ağaç da gelsin göçmen bir aile de. Gelen her yolcu bir muhteşem hikayenin konusu olmaya adaydır.
Yolcu, yolculuk, gözlem deyince hep dışarıya bakıyoruz. O kadar her şeyi maddede arama hastalığımız var ki neredeyse içimize bir yolculuk yapabileceğimiz aklımıza gelmiyor. Üstelik burada yolcu biz olacağız. Rahmetli Cahit Zarifoğlu “En uzun yolculuktur insanın içi.” diyor. İnsanın yaratılışında mükemmellik var. Hem dışında hem içinde. İnsanın maddesi yani bedeni ne kadar güzelse içi o kadar belki daha da güzel. Dış dünyayı gerçekten anlamanın yolu iç dünyadan geçiyor. İnsan kendini tanıdıkça içindeki güzellikleri keşfettikçe dış dünyada olanların da farkına varıyor. Onlara gerçek değerini veriyor. Yıllar önce bir hikaye okumuştum. Bir gün bir çoban ağacın altına oturmuş ufka bakan birini görüyor. Selam verip oturuyor yanına. Ne iş yaptığını soruyor. “Şairim.” diyor adam. Dağdan, dereden, tepeden, koyunlardan konuşuyorlar ve derken akşam oluyor. “Senin ne iş yaptığını anlayamadım.” diyor çoban. Şair tebessümle “Gökteki aya iyi bak.” diyor. Bakıyor çoban. “Şimdi başını indir ve gözlerini kapat.” Çoban başını indirip kapatıyor gözlerini. Şair de öyle. “Peki şimdi görüyor musun?” Çoban gülüyor. Hiç gözler kapalıyken ay mı görünürmüş. “Yok!” diyor masumca. Şair “İşten ben o ayı şimdi daha parlak görüyorum.” diyor.
İçe yapılan yolculukla dışarıyı keşfetmek bu. İç yolculuğumuzda sadece güzellikleri görmeyiz. İnsana ait ne varsa onu buluruz orada. Sevginin yanında nefreti, övünmenin yanında kıskançlığı, sadakatin yanında ihaneti, nezaketin yanında kabalığı görmek şaşırtmamalı. Önemli olan bunlara sahip olmak değil hangisini ne kadar beslediğimiz. Hayattaki seçimlerimizde hangi hisse ne kadar pay verdiğimiz. Sevginin veya nefretin hayatımızdaki yerini bilmeyen birisi bir aşk hikayesi yazamaz. Şehre gelen misafiri tanıyamaz. Çünkü onda gelenin taşıdığı sevginin bir karşılığı yoktur. Bir eşkiyadaki tahribe sebebiyet veren kini bilmeyen şakiliği anlatamaz. İhanetin ne menem bir arıza olduğunu bilmeyen yolda bırakılmışların hissiyatını dile getiremez. Ya ihaneti içinde büyütüp hem kendi hayatını hem de başkalarınınkini mahveden kişinin ızdırabı? Bilmediği şey yok hükmündedir. Nasıl hikaye çıksın ki bir yokluktan? O yüzden hikaye yazmaya başlayacak kişinin ilk yolculuğu içine olmalı. İnsanın içine dönmesi, kendini tanımaya çalışması muhteşem hikayelerin keşfine medar olur. Yazmak bir yolculuktur dolayısıyla. Yazarın kapısı açık azığı hazır olsun. Bu yolculuğun ne zaman başlayacağı belli olmaz.
Tebrik ederim. Ufuk açıcı bir yazı olmuş. Yazarlık adına bunu bir başlangıç kabul edersek devamının geleceğini ümit ediyorum.