Hüznün Coğrafyası / Mehmet Karadayı

Demliğin kapağını kaldırdığında yayılan çayın kokusu Nermin’i mest etmişti. Hemen kapattı kapağı. Bu kokunun demlikte hapsolması gerekiyordu. “Tam yirmi bir dakika” demişti bir arkadaşı “harman edilmiş çay yirmi bir dakikada alır demini.” Önceleri dakika tutuyordu ama zamanla bıraktı. Tam zamanında çayı servis ediyordu artık. Suyun kaynadığını görünce bardakları hazırladı. Uçaklar en fazla yirmi beş kiloluk iki valize izin verdiği için bu ince belli bardakları elinde bir torbada getirmişti. İnce kesilmiş kristalden bardaklarda çay içmenin keyfi bambaşkaydı. Dört ay olmuştu evleneli. Akşamın erken değil çok erken indiği bu soğuk, karlı ve tipili yerde her gece karşılıklı çay içmeyi bir ritüel haline getirmişlerdi. Bardaklara önce dem koydu. Fatih’in sevdiği dem miktarını biliyordu. Sıcak suyu ekledikten sonra bardakları tepsiye yerleştirdi. Bir tabağa artık bitmek üzere olan çifte kavrulmuş lokumlardan dört adet koydu. Geriye kalanlar bir hafta daha yeterdi. Sonra ya lokumla çay içmekten vazgeçeceklerdi ya da yerel tatlılara alışacaklardı. Tepsiyi alıp mukfaktan çıktı.

Salona girdiğinde Fatih’i yerde oturmuş, başını kalorifer peteğine dayamış halde gördü. Uyuyor gibi bir hali vardı. Ses verip vermeme arasında gitti geldi bir an ama sonra hafif bir sesle “Fatih” dedi. Gözlerini açtı Fatih. Gülümsedi. “Çay” dedi “tam zamanında.” Nermin gelip yanına oturdu. Tepsiyi aralarındaki boşluğa bıraktı. Bakışlarıyla Fatih’in yüzünü taradı. Belli belirsiz bir endişe vardı gözlerinde. Yüzünü çevirmeden tane tane konuştu. “Yorgun musun? Hasta mı? Akşam bir şeyin yoktu.” Çayına attığı şekeri karıştıran Fatih’in bu ilgiden memnun olduğu belliydi. “Bir şeyim yok çiçeğim, çok şükür” dedi. “Eskiye gittim biraz. Ta lise yıllarıma. Dalmışım. Endişe edecek bir şey yok” Muzipçe gülümsedi Nermin “İnşallah lise aşkın değildir seni böyle uzaklara götüren.” Çayından bir yudum aldı Fatih. Gözlerinde bir ışık yanıp söndü sanki. Aynı muzipliği mi düşündü kimbilir. “İlk gurbete çıktığım günü hatırladım. İlk tokat yediğim, gurbetin acısıyla gözyaşına boğulduğum günü.” Nermin gözlerini perdesiz pencereye çevirdi. Camın arkasında koyu bir karanlık vardı. Bu karanlığı bozan tek şey pencerenin pervazında biriken karların beyazlığıydı. Ara sıra cama çarpıp çıt çıt diye ses çıkaran kar taneleri dışarıda bir rüzgarın varlığından haber veriyorlardı. Rüzgar demek ayaz demekti. Dışarıda kimse var mıydı acaba? İçine bir ürperme geldi. Çayından bir yudum aldı. “Bu coğrafyada hüzün hakim” dedi. “Bunun için özel bir zamana veya özel bir mekana ihtiyaç yok. Havasında, suyunda hüzün var. Penceresinde biriken karda da. Gecenin koyu karanlığında da. Bu coğrafya hüznü elbise gibi giyiyor, sarınıp sarmalanıyor. Biliyor musun Fatih, Nizhniy Novgorod’un binalarının renginde bile hüzün var.” Gözlerini Fatih’e çevirdi. Onun kendisini sevgi ve hayranlık karışımı bir bakışla seyrettiğini gördü. Gülümseyerek mukabele etti. Birden bir şey aklına gelmiş gibi durdu. Mahcubiyeti yüzüne yayıldı. “Senden konuşuyorduk galiba” dedi. Yanakları al al olmuştu. “Anlatsana” dedi “o günü çok merak ettim.”

Bir yudum aldı çaydan Fatih. Sonra bir yudum daha. Bardağı dikkatlice tepsiye bıraktı. “Aslında sıradan bir hatıra benimki.” dedi. “Herkesin yaşayabileceği türden bir hikaye. Ama benim başıma gelmiş olması onu benim için özel yapıyor. Gerçek anlamda hayatın başlangıcı belki daha doğru bir ifade ile hayatı tanımaya başlamamın başlangıcı.” Nermin’in yüzüne baktı. Susuzluğunu gidermek için yana yakıla su arayan bir çöl yolcusu gibi bakıyordu Nermin. Hiçbir damlasını zayi etmeyecekti su bulduğunda. Kana kana içecekti her damlayı. O zaman anladı Fatih. Birbirlerini tanımaya ne kadar ihtiyaçları olduğunu bu gözlerde keşfetti. Ortak bir arkadaşları vesilesiyle tanışmışlar ve bir sene nişanlı kaldıktan sonra evlenmişlerdi. Aralarında binlerce kilometre vardı nişanlılık döneminde. Ya elektronik mektup yazacaktı ya da telefon edecekti konuşmak için. Rusya’nın bu uzak şehrinde telefonla konuşmak bir doktora öğrencisinin bütçesini çok aştığından ayda bir defa ile sınırlıydı. Her gün yazıyordu. Şehri anlatıyordu. Mimarisini, tarihini, parklarını, iklimini, nehrini, göllerini, ormanlarını, bulutlarını ve hayallerini. Birlikte yaşayacakları mutlulukları. Ama kendini anlatmıyordu. Kimdi Fatih? Ne yer ne içerdi? Nelerden hoşlanırdı? Ya sevmedikleri… Peki ya Nermin? Bilmediği bir coğrafyaya sadece sevdiği bir erkeğin peşinden gelecek olan Nermin. Hayalleri neydi? Beklentileri, üzüntüleri, sevinçleri? Değer verdikleri? Tanıma ve tanışma zamanıydı. Nermin’in gözlerindeki susuzluğu giderme zamanıydı. Bunları düşününce üzerine sinen mahcubiyeti silkinip attı. Daha bir dik oturdu. Başladı anlatmaya.

“Babam öğretmendi benim. Baba mesleğine hayranlıktan mı bilmiyorum ben de öğretmen olmak istiyordum. İlkokuldan sonra girdiğim sınavla Kastamonu Anadolu Öğretmen Lisesini kazandım. Artık yatılı okuyacaktım. Haritada baktım Kastamonu’nun yerine. Ne kadar yakındı. Sevinmiştim. Ailemden çok uzakta olmayacaktım. Günü gelince babamla yola çıktık. Sık sık geriye dönüp köye bakıyordum. Kendimce ne kadar uzaklaştığımızın hesabını yapıyordum. Gittikçe küçülüyordu köy. Uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Hafiften midemin kasıldığını hissediyordum. Araba bir yokuşu tırmanmaya başladığında köyü daha iyi daha yakından görmeye başladım. Ama bu bir illüzyonmuş. Tepeyi aşar aşmaz köy gözden kayboldu. Karnıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Babamın yanındayım ya ses çıkaramadım. Sıkı sıkı tuttum elini. Bana sevgiyle gülümseyip önüne döndü. Yolu hesaplamayı bıraktım artık. Gurbet dedikleri yerin uzaklığı hesaplanamıyordu.

Yolda bir ara uyumuşum. Babamın sesine uyandım. Okulun kapısındaydık. Gri dev bir binaydı okul. L şeklinde uzanan tarafın yurt olduğunu söylediler. Büyük demir bir kapıdan okul binasına girdik. Kayıt işlemi bittikten sonra ben dışarı çıktım. Babam içeride konuşurken ben koridordaki sandalyelerin birinde oturup bekledim. Sonra beraber yurt binasına geçtik. Yurt binasının kendisi de koridorları da çok itici gelmişti bana. Ayakkabıları çıkarıp girmiştik. Annemin çantama bu yüzden terlik koyduğunu anladım. Ranzamın olduğu odayı bulduk. Babam numaramın yazılı olduğu dolabı gösterdi. Beraber yerleştirdik eşyalarımı. İçeride benimle beraber dolap yerleştiren yirmi dört kişi daha vardı. Bu durum odaya bir neşe yayılmasına sebep olmuştu. Dolapta işimiz bitince dışarı çıktık. Babam hızlıca vedalaşıp uzaklaştı. Tekrar ranzalı odaya dönüp yatağımda oturmaya başladım. Sürekli köyü düşünüyordum. Gurbet acısı içimi yakmaya başlamıştı. Diğer öğrenciler yavaş yavaş tanışmaya arkadaşlık kurmaya başlamışlardı ama benim hiç keyfim yoktu. Kendi kendimi dinlemek daha cazip geliyordu. Bir öğretmen geldi. Bizi yemekhaneye götürdü. Sıraya girip yemek alsam da çok az yiyebildim. Yanımdaki öğrenci bitirdi tabağımı. Yatakhaneye geldik tekrar. Artık kendisine geceleri belletmen denildiğini öğrendiğim öğretmen herkese pijamasını giymesini söyledi. On beş dakikamız vardı. Dolabımı aramaya başladım. Pijamamın üstü vardı ama altını bir türlü bulamıyordum. Bütün dolabı alt üst ettim ama nafile. Bulamadım. Süre dolunca geldi belletmen. Neden pijamamı giymediğimi sordu. Bulamadığımı söyledim. Daha sözüm bitmeden suratımda patlayan tokadın acısı enseme kadar yayıldı. Yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Kendimi tutup ağlamadım. Odadaki öğrencilere derhal yatmalarını söyledi. Çocuklar telaşla yataklarına girip yorganları üzerlerine çektiler. Bu gereksiz şiddetin oradakilere gözdağı vermek niyetiyle gösterildiği apaçıktı ve bu olayın kurbanı gurbetin ilk gününde ben olmuştum. Üstüne üstlük özür dilememi istemiş ben de yapmıştım. Belletmen hışımla çıkıp gitmişti odadan. Henüz arkadaş olmamıştık ama odadakilerin acıyan bakışlarını üzerimde hissediyordum. Işıkları söndürdüm. Karanlıkta pantolonu çıkarıp görünmeden yatağa girecektim. Pantolonun ütüsü bozulursa azarlanacağıma inanmıştım. Pantolonu çıkarırken farkettim ki pijama altımdaydı. Annem kolaylık olsun diye altıma giydirmişti ama ben telaştan unutmuştum. Birden gözlerime yaşlar hücum etti. Olduğum yere çöktüm. Dayanacak bir şey ararken arkamda duran kalorifer peteğine yaslandım. Uzun uzun içli içli ağladım. Yataktakilerin arada sırada çıkan hıçkırıkları beni de iyice içlendirdi. Ne kadar ağladım bilmiyorum. Gurbetin ilk günü hayatımın ilk tokadını yemiştim. Belletmenin değil gurbetin tokadıydı bu. O tokat bana yeni bir dünyanın eşiğinde olduğumu hatırlattı. Güçlü olmam gerektiğini. Bir daha kimseden tokat yemedim.”

Gözlerini çevirdi. Nermin’in hüzne boğulmuş bakışlarını gördü. “Bu kalorifer peteği o geceyi hatırlattığı için dalıp gitmişim öyle.” Ayağa kalktı Nermin. “Çayını tazeleyeyim” deyip çıktı. Fatih arkasından sevgiyle baktı. Bakışlarını pencereye çevirdi. Rüzgar kar tanelerini cama vurmaya devam ediyordu. Bir şöminedeki odunların çıkardığı seslere benzer çıtırtılar durmaksızın sürüyordu. Kalktı pencereye yanaştı. Ellerini siper ederek dışarıya koyu karanlığın içine baktı. Toprağın üzerindeki kar yığınları koyu karanlığı griye çeviriyordu. Kar taneleri oradan oraya savruluyor birden yönünü değiştirip göğe doğru tırmanışa geçiyordu. Rüzgarın şiddeti artmıştı anlaşılan. Yerine döndüğünde Nermin de elinde tepsiyle girdi odaya. Çayın üzerindeki buhar mı yoksa Nermin’in gözündeki buğu mu hatırlattı kestiremiyordu ama anlatmaya devam etmesi gerektiğine hükmetti.

“Madem geceye hüzün elbisesi giydirdik biraz süsleyelim, ne dersin?” Nermin cevap vermek yerine gözlerini dinlemeye hazırım der gibi dikerek yanına oturdu. “Ertesi gün yurt kurallarını öğrenmekle geçti. Yavaş yavaş arkadaşlıklar kurulmaya başladı. Herkesin bir hikayesi vardı. ‘En çok köyümün toprağının kokusunu özlüyorum.’ demişti bir arkadaşım. Birden içime bir ateş düştü. Fırladım yerimden, ayakkabılığa koştum. Bir gün öncesinin çamurları kurumaya yüz tutmuş hatta yer yer dökülmüştü. Yatakhaneye gidip yatağın altındaki gazeteyi alıp geldim. Ayakkabımın çamurunu dikkatlice gazetenin üzerine sıyırdım. Ayakkabıları yerine yerleştirdikten sonra toprağı kokladım. Köyüm kokuyordu. Güzelce katlayıp cebime yerleştirdim. Yatakhaneye gelince dolabımın en alt bölmesine koydum. Önüne kitaplarımı yığdım ki görünmesin. Ben o toprağı bir sene boyunca kokladım.”

Çayından bir yudum aldı. Nermin mahzun gülümsüyordu. Gülümsedi Fatih de. Bir yudum daha aldı. “Haklısın” dedi. Şaşkın baktı Nermin. “Hüzün konusunda” diye devam etti. “Bu coğrafyada hüzün ete kemiğe bürünüyor. Daha doğrusu senin dediğin gibi hüznü bir elbise giyiyor bu topraklar. Belki acılarla dolu tarihi, belki Rus romancılarının kahramanlarının hep bedbin oluşu bizi bu fikre götürüyor bilmiyorum. Ama hüzün var burada.” Gözünü pencereye çevirdi. Bir müddet cama vuran kar tanelerinin çıtırtılarını dinlediler beraber. “Şu pencereden iki gün sokağı seyretsen yeraltından olmasa bile penceremden notlar diye bir roman yazarsın.” Döndü. Gülümsedi. “Abarttım belki ama en azından bu şehir yazılmayı hak ediyor. Bir gün yüreğimi kelimelere dökebilirsem eğer ‘Sekizinci Şehir Nizhniy Novgorod’ diye bir kitap yazacağım. İlk eleştirmenim de sen ol.” Gözlerinin içi güldü Nermin’in. “Hele bir hikayesini dinleyelim bakalım bize sırlarını açacak mı bu şehir.” dedi. Tepsiye yerleştirdiği bardaklara çay doldurmak üzere mutfağa gitti. Pencereden karanlığa bakmaya başlayan Fatih derin bir nefes verdi. “Dinleyelim” dedi. “Belki kuğunun şarkısını da duyarız.”