O sabah, içinde adını koyamadığı bir huzur vardı. Sobanın üstündeki ekmeğin kokusu odayı sarmıştı. İçinde hissettiği huzurla pencereye doğru yöneldi, perdenin ardından sokağa şöyle bir baktı. Köşedeki mahalle bakkalı kepenklerini yeni açıyordu. Az ötede, lokantanın önünde çorba içmeye gelen dört adam dikiliyor, kediler yemek kokularını almış bekliyorlardı. Saatini kontrol etti. 7:45´di. Ortalığı inleten bir alarm sesi duydu. Gözünü açtı, az evvel gördüğü her şey rüyaydı. Elleriyle başını sıktı. Bir iki dakika öylece kaldı. Yatakta sağa sola döndü. Kollarını iki yana açıp iyice gerindi. Soğuktu, üşüyordu. Kalktı. Ayaklarını sürüye sürüye lavaboya girdi. Aynada gözlerine takılı kaldı.
Birden yüzündeki ıslaklığa karışan sıcaklığı hissetti. Suyu sonuna kadar açtı. Yüzünü yıkadı.
Mutfağa geçip ocağa çay suyu koydu. Kahvaltı hazırlığına başladı. Dolaptan zeytini, peyniri, domatesi çıkardı. Dünden kalan ekmeği tavada arkalı önlü ısıttı. Çayını bardağa koyup masaya oturdu. Kahvaltısını bitirmek üzereydi ki telefon çaldı. Telefonla konuştuktan sonra, olduğu gibi bıraktı sofrayı. Hızlı hızlı giyinip koşarak dışarı çıktı. Kaldırımlara öyle kuvvetli basıyordu ki ayakları altındaki o sert taşlar eziliyordu sanki. Saatine baktı. Saat 8:52’ ydi. Güneş ışıkları yüzüne vuruyor, vurdukça iyice bunalıyordu. Etrafına bakındı. Yıllar önce oturduğu binanın önündeydi. Gözlerini özlemle binaya çevirdi. Ağzından çıkıveren “Ne çabuk geçti yıllar.” sözlerinin ardından, kapının önündeki kaldırıma oturdu. Boğazı yanıyordu. Terlemişti. Beş dakika sonra ayağa kalktı.
İçini yakan haberi, kahvaltı sonrası çalan telefonun ucundaki çocukluk arkadaşı vermişti.
“Hasan, dün akşam İkbal Hanım…Kaza yapmışlar. Cenaze bugün… Haber vermek istedim.”
İkbal Hanımdan sonrasını kulakları duymamıştı bile. Kapattı telefonu. Kafasının içinde ölüm, kaza, İkbal Teyze. Kelimeler parça parça tekrarlanıyordu.
Telefonun yanındaki koltuğa oturup kalmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle silmiş, hemen evden çıkmıştı. Yürüye yürüye çocukluğunun geçtiği mahalleye gelmiş, alt komşusu İkbal Teyze’nin evine girmek için ilk adımı atmıştı. Suskun, hüzünlü, şaşkındı. Ne diyeceğini bilmeden ikinci kattaki dairenin kapısının önünde durdu. Kalabalık olduğu önündeki ayakkabılardan belliydi. Yıllar sonra Hasan kapıdan değişik duygularla içeri adım attı. Birdenbire çocukluğuna gitmişti. Annesinin yaptığı yemek tabağı elinde “İkbal Teyze, İkbal Teyze” diye eve sevinçle girdiği günlerden birini yaşıyordu.
Kalabalığın uğultuları içinde “Yakışıklı oğlum mu gelmiş benim.” diyen sesi duyuluyordu İkbal Teyze’nin. Birden rüyada sandı yine kendini. Elindeki tabağı alan İkbal Teyze ;
“Ah canım Nesrin’im yine beni düşünmüş sağ olsun.” diyordu sanki. Mutfaktan gelen İkbal Teyze’nin elindeki emaye tabağın içinde bir avuç tuz vardı. Evden boş tabak çıkmaz deyip hep böyle yaparlardı. Bir poşetin içinde, ortası kaymaklı iki tane de gofret ve en sevdiği kremalı bisküvi vardı. Tabağı eline aldı ve kapıya doğru yöneldi. Kaymaklı gofret ve kremalı bisküvinin tadına çabucak bakmak için hemen eve gitmek istiyordu.
Hasan, kapıdan çıkan çocukluğunun ardından bakakalmıştı. Geçmiş zamandan bir sahnenin, zihninde yeniden canlanması biraz daha üzmüştü onu. Salondaki uğultuya döndü. Ağlayanlar, sabır dileyenler, elinde tespih çekenler… Sessizce boş bir sandalyeye oturdu. Yıllar önce bu salonda komşularla toplanılıp içilen çay sohbetlerine az şahit olmamıştı.
İkbal Hanım yetmiş dört yaşında, yüzündeki kırışıklıkların verdiği bir sevimlilikle göçmüştü bu dünyadan. Annesini on üç yaşında kaybeden Hasan için İkbal Hanım, anne boşluğunu dolduran bir sığınak gibiydi. Her gün hazırladığı kahvaltı tepsisini, hiç bıkmadan yorulmadan üst kata çıkarmıştı. Zarfını açıp okuduğum mektup gibisin derdi hep. Huyunu, suyunu öğrendiğim. En yakın arkadaşımın oğlu, ilk göz ağrısı. Sadece kahvaltı değildi ki, o apartmandan taşındıkları güne kadar en sevdiği yemeğin, poğaçanın, mantının, tatlıların lezzetini onlara gönderen anne eli olmuştu. “Ahh İkbal Teyze!” dedi Hasan. Varlığın annem gibiydi bana. İkinci kez annesiz kalmak ne zor olacak şimdi. Bayram sabahlarında çaldığım kapıyı kimse açmayacak. Senin gibi başımı okşayıp sırtımı sıvazlayanım olmayacak. Annem kokan ellerini öpemeyeceğim. Telefonda beni düşünüp;
“Soğuklar başladı oğlum. Sakın üşümeyesin. Dikkat et kendine.” diyenim olmayacak artık. İçinden kendi kendine konuşurken açık pencereden gelen selaya dikkat kesildi. Selanın sonundaki “Mahalle eşrafından İkbal Kayalı’nın kızı Zeynep …” anonsunu dinleyemedi. Sağır oldu adeta kulakları. Beyninin içinde uğultular vardı. Ölen çocukluk arkadaşı, İkbal Hanım’ın kızı Zeynep miydi? Arkadaşının telefonda verdiği haberi tam anlayamamıştı demek. İkbal Teyze öldü sanmıştı. Zeynep öldüyse peki İkbal Teyze neredeydi? Aklı karıştı. Gözleriyle salonda tanıdık bir yüz aradı. Kimse yoktu. Sela bitmişti. Salondaki sessizliği bir kadın sesi bozdu.
“Allah rahmet eylesin.”
Karşısındaki kanepede oturan kadının bu sözüne tüm salon “Amin” demişti. Yerinden kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Mutfakta taburede oturan birine yaklaşıp sessizce, “Başınız sağ olsun. İkbal Teyze nerede biliyor musunuz?” diye sordu. Elindeki mendille gözlerini silen adam;
“Ah evladım. O da arabadaymış. Zeynep’le hastaneye gidiyorlarmış. Bu yaşta evlat acısını da yaşadı. Çok zor çok. Hastaneye götürdüler sabah. Kalbi nasıl dayanacaksa.”
“Hangi hastaneye götürdüler?” diye sordu.
“Aşağı mahallede özel bir hastane var yavrum. Şifa Hastanesi. Oraya götürdüler.”
O esnada salonda bir hareketlenme oldu. Herkes kapıya doğru yöneliyordu. Hasan, kalabalık evden çıkana kadar mutfakta bekledi. Kalabalığın ardından, kapıdan en son çıkan o olmuştu. Apartman merdivenlerinden sekiz yaşındaki çocukluğunun, annesinin, İkbal Teyze’sinin, Zeynep’in seslerini duya duya indi.
Camiye doğru ilerlerken yürüyemedi Hasan. Otuz yedi yaşında, küçücük bir oğlan çocuğuna döndü adeta. Geçmiş zaman içinde dakikalarca dolaştı. Omuzlar üzerinde taşınan çocukluk arkadaşı Zeynep’in tabutuna baktı. Sessizce “Vedalardan hoşlanmam.” dedi. Bir eliyle yanağına doğru inen gözyaşını silerken diğer eliyle de Zeynep’in ardından el sallıyordu.
Bir an karşısında Zeynep’i hayal etti. İçinde o sabah gördüğü rüyanın iç huzurunu hissetti. Camiye doğru giden kalabalığın ardı sıra bakakaldı ve geldiği yöne doğru adım attı. Kaldırımları eze eze, geldiği yolları gözyaşlarıyla ıslata ıslata, İkbal Teyze’sinin olduğu hastaneye gidiyordu. Dilinde Fatihalar, aklında bir avuç tuz ve tadı damağında kremalı bisküvi…
Feride AKDAĞ
Hikayeniz çok akıcı olmuş. Duyguları çok iyi vermişsiniz. İnsan,okurken kendini yaşananların içinde hissediyor. ” Hasan, kapıdan çıkan çocukluğunun ardından bakakalmıştı.” Ne müthiş bir ifade. Tebrikler… Emeğinize,yüreğinize, kaleminize sağlık…