Şeytanın Çağrısı / Hasan Çağlayan

“İyi kitap zamana yenilmez, zamanı yener; yüz yıl geçse de içindeki düşünceler geçerliliğini ve tazeliğini korur. Çünkü evrensel bir dili, bakış açısı ve düşünceleri vardır.” (Niyazi Sanlı)

Yazmak, insana kendini iyi hissettiren bir eylem. Diğer canlılara kıyasla insanı insan, diğer insanlara kıyasla da özel kılan bir nitelik. Bu sebeple o, çileli olduğu kadar da keyifli bir iş, bir uğraş ve hatta bir yaşam biçimi. Hâl böyle olunca, her dönem onun peşine düşenler oluyor mutlaka; onu elde etmek için çalışıp didinenler, bütün bir ömrünü, bile isteye ona adayanlar…

Yazmanın kendini özel hissettirme tarafı bir yana, kendini gerçekleştirme gibi bir fonksiyonu da var. İş, uğraş ve ilgiler içinde onu en özel kılan şey de bu olsa gerek. Bunun için, onun besleyici damarı ve en yakın yoldaşı “okumak” ile güçlü bir bağı ve mecburiyeti bulunuyor. Kim ki okur ve fikreder, o, taşmaya ve kendi mecraında akmaya başlar. Bu akış beyandır. Beyan, kendini, konuşma ve yazma şeklinde gösterse de, onda da ‘yazmak’ ön plandadır.

Peki, okumak tek başına yeterli midir? Elbette hayır. Ya, yazan herkes ve yazılan her şey edebiyata dahil midir? Şayet usulüne ve üslubuna riayet edilirse evet, değilse, edebiyata değil, kültüre dahildir. Öyleyse yazmanın her sanat ve zenaat gibi, eğitime ve öğretime dayanan bir tarafı vardır. Bundan dolayıdır ki yazarlık ve yazmak konulu kitaplar ve aktiviteler hiç de az değildir. Bundandır, ‘yazarlık’ yüce ve büyüleyci bir kavram olarak hâlen ayrıcalıklı statüsünü sürdürür.

Şu var ki, hiç bir kitap ve kurs, bir insanı sanatçı yapmaz; ama bunlar, emek verenleri yazar yapabilir. Yazar derken, bir yazıyı kurallarıyla birlikte derli toplu yazmayı kastediyorum. Sanatçı derken de, bir metni, bir eseri herkesten daha farklı ve özel ve başkalarına örnek bir şekilde ortaya koymayı kastediyorum. İşte bunun için, okumak, kurslara katılmak ve eğitimle donanmak yeterli olmaz; yaratılışça sanatçı bir ruh ve karakter taşımak da gerekir. Dünden bugüne ve bugünden yarına kalan ve kalacak olanlar da o ruhu ve karakteri taşıyanlardır Allahualem.

Edebiyatın her türünde, ismi bugüne kalan ve yarına kalacak olan birçok seçkin kalem vardır ki onların geneli, erken denilebilecek bir yaşta en güzel eserlerini vermişlerdir; çünkü farklıdırlar.  Tolstoy, Dostoyevski, Aytmatov, Woolf, London, Steinbeck ve Yaşar Kemal… onlardandır mesela. Aslına bakılırsa asıl okuma ve yazma ustası ve kalem öğretmeni de bunlardır. Bununla birlikte gerek onlardan gerekse onların eserlerine odaklanan kimselerden bu konuda gayet güzel eserler ortaya çıkmış ve çıkacaktır. Genelde teorik olan böylesi kitaplara yer yer pratiğe dökülmüş örnekler de katılabiliyor. İşte, konusu “yazmak  ve yazarlık” olan o eserler arasına pratiği kendisi olan bir roman katılmış bulunuyor: “Şeytanın Çağrısı.” Dostum Niyazi Sanlı’nın  söz konusu kitabı, öyle sanıyorum, bu konuda yazılan ilk örnek olma özelliğini taşıyor.

Evet, bu alanda doğrudan veya dolaylı olarak, ünlü veya ünsüz birçok yazar, güzel eserler vermiştir. Danell Jones’ın “Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri,” Christopher Vogler’in “Yazarın Yolculuğu,” Dorethea Brande’nin “Yazar Olmak”ı, Ömer Sevinçgül’ün “Yazar Olmak İstiyorum”u, Şemsettin Yapar’ın “Genç Hikâyeciye Tavsiyeler”i, söz konusu kitapların sadece bir kaçıdır. Şeytanın Çağrısı’nı diğerlerinden farklı kılan şey, daha önce de belirttiğim gibi, bu kitabın uygulamalı bir “roman” olarak ortaya konulmasıdır.

İster roman olsun isterse başka bir edebi tür, yazmanın yaratıcı bir eylem olarak hem Rahmâni hem de şeytâni bir yanı olduğu âşikârdır. Belki bundandır, yazar,  kahramanını, bu işin şeytani yanına odaklayarak yazının peşine düşürür. Kahramanın “Eflatun,” usta öğreticinin de “Azazil” oluşu ve ona yardımcı olarak da “Nar” ve “Firdevs”in seçilmesi, her detayın yazar tarafından ince ince hesaplandığını gösterir. Sanlı, yazarlık dersleri de veren bir kalem olarak bu konuda epey kafa yormuş olmalı. Zira hem yazmanın inceliklerini ortaya koymak hem de bunu uygulayarak göstermek hiç de kolay değildir.

Kolay değildir; çünkü verilen kriterlerle yapılan uygulamanın birbirini tamamlaması gerekir. Yazar, bir rehber olarak belirlediği Azazil’in dilinden Eflatun’a ve dolayısıyla okura şunları söyler mesela: “Yazdıkların senin ruhundan, kalbinden ve aklından izler taşımalı. Senin parmak izin, göz retinan tüm insanlardan farklı. Sen biricik ve özelsin, işte bunu yazılarına da yansıt. Kendi üslubunu ve dilini oluştur ve geliştir. Yoksa yazar olamazsın. Sanat, üsluptur. Ne söylediğin önemli değil, nasıl söylediğin önemli…” Bir eserde temel esastır bunlar. Ve bu romanda, altı çizilesi pek çok cümlenin, uygulamasıyla birlikte yer aldığını söylemeliyim.

Eserde seçilen isimlere odaklandığımızda, kahramanın ismi üzerinden felsefeyle bağ kurulduğu görülecektir. Çünkü yazmanın tıpkı felsefe gibi, özünde bir bilgelik barındırdığı bir gerçektir. Bilgi ve tefekkür ile bezenen Aristo ve Sokrat gibi nice büyük filozof, hakikat arayışıyla dev mütefekkirler olarak tarihe geçerken, filozofların bir kısmı da hakikati aramak şöyle dursun, sanki ona ulaşmamak için çaba sarfetmiş; ama yine ünlü bir filozof olarak tarihe geçmişlerdir. İşte, bu kitapta kahraman için Eflatun isminin seçilmesi bu duruma doğrudan bir gönderme olarak dikkat çekicidir.

Bununla birlikte zihin, insanın Hazreti Adem’den beri süregelen hayat yolculuğu ile kitabın kahramanının yazarlık serüveni arasında da ince bir bağ kuruyor. Evet, bir “arayış” olan hayat, aynı zamanda “çağrı”lardır. Yazarlığı yüce bir ideal olarak benimseyen kahraman, sıradan bir akışla ilerleyen kendi hayat yolculuğunda, sorular, sorgular ve iç çatışmalar içerisinde, şeytanın ve nârın çağrısına uyuyor ve öyle gerçekleştiriyor kendini; yazarlığa da öyle yürüyor. Yürüyor ve “sıradan” iken “özel”e dönüşmeyi başarıyor. Böylece sıradan bir şekilde yazarak ömür tüketen kalemlere de güzel bir örnek ortaya koyuyor.

Lakin okumak, ciddi alt yapı gerektiren bir eylemdir. Dikkatli okurların altını çizmeden edemeyeceği pek çok yazarlık kriterinin olduğu bu kitabı, yıllarını yazmaya adamayan ya da bu işin çilesini çekmeyen kimselerin tam olarak kavrayamayacağını, kavrayanların da zaten uygulayan olarak burada yer verilen değerli kriterlere ihtiyaç duymayacağını belirtmek isterim. Bu durum gerçekten tam bir handikaptır. Yine de yazar adaylarının edebi yolculuğu için güzel bir örnek olarak istifade edeceği, başarılı yazarların da iyi çıkarılmış bir iş olarak zikredeceği bir romanla karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *