Evet, yine Frankfurt’tayım. Mevsim kış. Hava hayli serin. İçimde tatlı bir haftasonu sevinci var. Defalarca geldiğim bu şehri, ilk kez bir gezgin gözüyle dolaşacağım. Böyle; çünkü bir şehri ziyaret etmekle seyyah olarak gezmek farklı şeylerdir. Geçen bahar, şair dostlarım Beçene ve Gündoğan ile gezmiş, bol bol fotoğraf çektirmiştik. Fakat o, bir keşif gezisiydi; yazılamadı. Bu sefer, yanımda ev arkadaşım Ahmet var; onunla gezeceğiz.
En başta söyleyeyim ki iki Frankfurt bulunuyor. Bunlardan ilki ve en bilineni Frankfurt am Main; diğeriyse Polonya sınırındaki küçük Frankfurt an der Oder. İsimlerden de anlaşılacağı üzere her iki şehir de yanındaki nehirle anılıyor. Şehir nehir kardeşliği bu; nitelikli birliktelik.
Frankfurt Hauptbahnhof:
Merkez istasyona gelen bir gezgin, daha adımını atar atmaz, şehrin kalbine de gelmiş olur. Ama bir anda kendini dev bir labirentin de içinde bulur. Şayet yalnızsa, bazı teknik ve fiziki pratikleri de bilmiyorsa, kısa süreli bir kaos, bir şaşkınlık ve dahası büyük bir kaygı yaşayabilir.
Bu koca istasyonda, aranan treni bulmak ve doğru noktaya ulaşmak gerçekten büyük bir zaman kaybı ve stres demektir. Çünkü kat kat, bölüm bölüm karmaşık bir dünya burası. Açıkçası ben, yeni yeni alıştım diyebilirim. Yine de herkes için geçerli olmayabilir bu. Gözünüz korkmasın.
Zeil ve Sair Caddeler:
Ana istasyondan sonraki ilk durak Willy Brandt Platz iken üçüncü durak da Konstablerwache‘dir. Kültür öncelikli bir gezgin ilk durakta, alışveriş öncelikli olanlar da üçüncü durakta inerse aradığını bulmuş olur. İlk durak Goethe Evi‘ne ve tarihi noktalara yakınken üçüncüsü Zeil’e çıkar. Bu cadde gezginlerden ziyade müşterilere caziptir; onlara hitap eder.
Şayet güz sonrası gelirseniz, caddedeki budanmış ağaçlar mutlaka dikkatinizi çekecektir. Gövde deseniyle ve insan başı iriliğindeki topuz dal uçlarıyla benim hayli dikkatimi çekmişti; ama bir türlü tanıyamamıştım. Bunların çınar olduğunu yapraklanınca anlayabildim.
Frankfurt’un en işlek caddesi Zeil, Galleria Kaufhof ile My Zeil alışveriş merkezlerine ve Primark gibi, ucuz ürünlü mağazalara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca pek çok markanın satış bayii ve yiyecek içecek noktası bulunuyor burada. Bundan dolayı tıklım tıklım. Bugün de öyle, her yer insan kaynıyor. Tabii, pazar olmasının da payı var bunda. Böylesi caddeler ve yoğun insan kalabalığı, dünyanın her yerinde benzerdir. Çokça ihtiyaç, bolca heves ve merak akrabalığıdır bu. Ekmeğini kazananları ayrı tutuyorum tabii.
Şehrin genelinde tertemiz hoş bir atmosfer olsa da her cadde Zeil gibi ışıltılı ve canlı değil. Özellikle Taunusstrasse, alkol ve uyuşturucu tüketenler, dilenciler ve salaş görünümlü göçmenlerle dolu. Evet, yemyeşil bir ormanda, yıkılmış ve çürümüş ağaçlar görmek ya da cennet güzeli bir yerde bataklığa rast gelmek tabiata uygun düşebilir; ama burada insan söz konusu, böyle olması üzücü.
Hauptwache Meydanı:
Bu çevrede kulelere baka baka yürürken Seufzerbrücke‘nin altından geçebilir, Hauptwache meydanında St. Catherine’s Kirche‘yi ve şimdi kafe olarak kullanılan tarihi Hauptwache binasını görebilirsiniz. Şayet meraklı bir göz değilseniz, detaylar kolayca kaybolacaktır. Ama iyi ki akıllı telefon var, diyorsanız haklısınız. Bol bol fotoğraf çekmek, merak edilen şeyleri anında öğrenmek mümkün onunla. Bir de sosyal medyada paylaşmak. Öyle ya, gezmenin başkalarına göstermek gibi bir anlamı vardır her zaman. Ama herkes için böyledir denilemez bu.
Römerberg Meydanı Cazibe Alanı:
Bu güzel şehirde gezilip görülecek yerlerin birbirine yakın olması bir avantaj aslında. Zoo Frankfurt ve bazı müzeler de dahil olmak üzere, ki henüz görmüş değilim, bir seyyah, özellikle yazın, çokça zahmet çekmeden ve tadını çıkararak bir günde gezebilir buraları. Bunun için en başta Goethe Haus‘a veya tarihi pazar yeri Römerberg‘e uğramak isabetlidir. Biz de öyle yaptık.
Bu meydan, ortasında yer alan adalet heykeliyle, alanı çevreleyen rengârenk tarihi binalarıyla ve bir de Alte Nikolaikirche ile rengârenk, dev bir fotoğraf platosudur dersem yanlış olmaz. Buraya daha önce de geldiğim için ilk kez görmenin heyecanı yok üstümde. Ama bakıyorum da çevremiz mütebessim gezginlerle, fotoğraf çektirenlerle dolu. Hepimizi okşayıp geçen rüzgâr aynı rüzgâr.
Frankfurt Katedrali Şehrin Merkezi
Bu görkemli mabet, Köln Katedrali kadar büyük değil ama şehrin ve Almanya’nın odağıdır bir nevi. İstanbul‘da Ayasofya, Süleymaniye ve Sultan Ahmet neyse bu şehirde de bu kilise odur. Bir farkla ki, burası İkinci Dünya Savaşı’nda hava saldırılarına hedef olmuş. O tarihte, sanki yıkılmayan tek yer burası kalmış gibi görünse de, duvardaki fotoğraflara ve yazılara bakarak ağır hasar aldığını ve içinin yandığını anlıyoruz. Savaşın çirkin yüzü bu…
Dom, uzun yıllar boyunca Alman imparatorlarının tac giydiği bir merkez olmuş. Bundan dolayı Aziz Bartholomew ‘İmparatorluk Katedrali’ olarak isimlendirilmiş. Daha önceki gelişimizde toplu âyin vardı. İçeri sonradan girmiştik. Şimdi o kadar kalabalık değil. Yine de Noel sebebiyle gelip gidenler var. Girişte mumlar yakılmış. Niyeyse aklıma Eyüp Sultan düşüyor; çünkü orada da Osmanlı padişahları kılıç kuşanır, manevi bir sorumluluk yüklenirdi. Bugün orası da halkın yoğun ilgisiyle capcanlı. Toplumlar ve coğrafyalar farklı olsa da insan her yerde birbirine benziyor.
Kapıyı yavaşça aralıyoruz. İçeri girince, Katolik geleneğin bir yansıması olan heykeller ve tasvirler göze çarpıyor. Bir de dua ve ibadet için gelenler. Biz de gidip önlerde bir yere oturuyoruz. Arkadaşım ne düşünüyor bilmiyorum; ama ben, bu mekânda samimi Hıristiyanların neler hissettiğini anlamaya çalıştım bir an. Kiliseleri düşündüm. Her inançta mekânın ibadetin samimiyetine güçlü bir tesiri olur. Buranın da vardır mutlaka. Yalnız zihnim ezana, Kur’an’a ve o nefis hat ve süslemelere aşina olduğu için, bir mabette bunca tasvir ve heykeli tuhaf buldum. Gönlü doğrudan Allah’a açmak başka bir şey. Yine de inanç, saygı isteyen bir konu.
Bununla birlikte, maddeye boğulmuş ve mabetleri bile dev kulelerin gölgesinde kalmış dünyevi şehirlerde, kilisenin de Allah’ı hatırlattığını fark ettim. Bu düşünce ilk kez Atina’da yoklamıştı beni. Özellikle orada, kiliselerin mimari yapısı ve büyüklüğü de camileri hatırlatıyordu. Keşke medeni bir ihtiyaç ve hatta gereklilik olarak, en azından mega şehirlerde, farklı inançlara ait mabetler yan yana, omuz omuza dursa, diyorum. Ülkemde ve uzun yıllar yaşadığım Antakya’da böyleydi bu. Güzel de oluyordu. Bunun her yerde güzel olacağını düşünüyorum.
Demir Köprü ve Kilitler
Dom Katedral’den sonra Main’a yürüyoruz. Nehrin iki yakasını birleştiren Eisener Steg yani Demir Köprü, gezginler için bol bol fotoğraf çektirme ve mutluluk devşirme noktaları. Bundandır ki her vakit insan kaynıyor. Kalabalık yerler sokak müzisyenlerini ve satıcıları da çekiyor; fakat şimdiye kadar kilit asan birine rastlamadım. Belki boş yer kalmadığı için olabilir bu, bilmiyorum. Abartı olmasın; köprü rengârenk kilitlerle dilek ağacına çevrilmiş durumda.
Benzer bir manzarayı Köln‘deki Hohenzollern köprüsünde de görmüş ve şaşırmıştım. Bunca kilit, aşkı, kavuşmayı ve hiç ayrılmamayı sembolize etse de, şimdilerde zulmü ve hapsi hatırlatıyor bana. Üzülüyorum. Ama galiba köprülerin ortak kaderi bu. Yine de turizm bulaşmış pek çok şey gibi bu da hoş görülebilir. Çünkü turizm, yalnızca ekonomik bir değer değil, aynı zamanda evrensel kaynaşma ve kültürel değerleri yaşatma vesilesidir. Değerlidir…
Dev Main:
Main, bütün zarafetiyle akıp duruyor, geçip gidiyor. Gece gündüz, yaz bahar fark etmiyor; nice fotoğraf ve tablolara konu oluyor. Öyle sanıyorum, gelip giden gezginlerin zihninde tatlı bir hatıra olarak dolaşıyor. İşte, kıyısından bakarken deniz izlenimi veren Main, özellikle güneşli yaz günlerinde mavi rengiyle, geceleri de bol ışıklı görünümüyle sanki Boğaziçi manzarası sunuyor.
Bu sefer gece ziyaretçisiyiz. Demir Köprü ve şehir, âdeta ışık denizine gömülmüş vaziyette. Her şeyi bir hülya, her yeri bir masalsılık sarmış. Fotoğraflar çekiyoruz. Ay Aralık; serinlik üşütüyor biraz. Artık eve dönme zamanı geldi. Sular da evine dönüyor. Dağlardan, gözelerden kopup gelen bu mavilik Rhein‘e doğru koşuyor. Koşuyor ve bir mürekkep seli halinde, Johannes Gutenberg’in şehri Mainz‘a doğru hücum ediyor. Yüzümde bir mutluluk…
Hasan Çağlayan
Ocak 2024 Assenheim