Trende İftar / Alim Sariye


Yaklaşık beş yıldır ailece burada yaşıyoruz. Afrikanın kuzeyinde oldukça sıcak bir ülke. Evimizin ön cephesi hurma ve flamboyant ağaçlarından oluşan yemyeşil ve geniş bir meydana bakıyor. Ramazanın son günlerinde, susuzluğa iyice direndiğim şu saatlerde, ikindi namazını balkonda ikame etmeye karar veriyorum. Dışarıda sıcaklık kırk derceyi geçerken, kuzeye bakan balkonumuzda adetâ bahar meltemleri esiyor. Tıpkı Anadolunun bir ücra köşesinde, Kaman Dağı’na bakan baba yadigârı evimizin serin balkonu gibi.
Namaz ve tesbihattan sonra, Âyetü’l- Kübrâ’yı okurken, “Hâlikını Arayan Seyyah” ile beraber manevi bir yolculuğa çıkıyor, yıllar önce yine böyle bir Ramazan’da, tertemiz duygularla yaşadığımız bir hatıraya hayâlen seyahat ediyorum.
1980 yılı ve oldukça sıcak ve uzun günlerde idrak ettiğimiz Ramazan’ın son demleri.. Kaldığımız öğrenci yurdunda bayram telaşı başlamıştı bile. Herkes valizini hazırlıyor, bir an önce ailesine kavuşma heyecanıyla sağa sola koşuşturup duruyordu. Ben ise sabit gözlerle sadece onları seyrediyordum. Çünkü benim bayrama gitme imkân ve ihtimalim yoktu. Bütün arkadaşlarım İzmir ve civar şehirlerden geldikleri için, haftada bir evlerine gidebiliyorlardı. En uzak yerden ben gelmiştim ve sadece yaz tatillerinde, yani senede bir gidebiliyordum memleketime. Oysa ne kadar isterdim gidebilmeyi, babacığıma sarılıp onun gözyaşlarını dindirebilmeyi.
Daha onüç yaşındaki bir çocuğun ruhunda ne fırtınalar koparıyordu bu manzara, tahayyül edebiliyor musunuz? Daha büluğ çağı döneminde ne acılar ve hasretleri yumak yumak eritiyordu ter u taze sinesinde..
Bütün bu karmaşık duygularla bir kenara çekilmiş, derin derin düşünüyordum kalp atışlarımın ritmi artarak. O esnada Bünyamin abi yanıma oturdu. (Bünyamin abi öğrencilere seminer vermek için gelmiş, bir hafta boyunca ilmî ve ahlâkî konularda ondan epeyce istifade etmiştik.)
Bünyamin abinin bana birşey söyleyeceğini hissettim. Az sonra mütebessim simasıyla bana döndü:
—Sen hazırlanmıyor musun? dedi.
Nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. Zira benim yanımda sadece bir gömlek parası vardı. Yalnızca bir gömleğimin olduğunu kimsenin bilmesini istemiyordum. Sadece Naim isminde arkadaşım biliyordu. Gömleğimi yıkıyacağım zaman Naim bana kendi fazla gömleğini veriyor, gömleğim kuruyana kadar onu giyiyor ve gömleğim kuruyunca tekrar onunkini iade ediyordum ve bunu sadece Naim biliyordu. Onun için paramla bir gömlek almaya karar vermiştim. Eğer Bünyamin abiye memlekete gitmek için paramın olmadığını söylesem, kendini sıkıntıya sokarak bir yerlerden borç para bulmaya çalışacak. Netice de o da bir üniversite öğrencisi, onunda paraya ihtiyacı var.
Bünyamin hocam! benim memleketim uzak olduğu için gidip dönmem masraflı olacak. Dolayısıyla ben burada kalarak derslerime çalışacağım dedim. Fakat o benim hissiyatımı çok iyi biliyordu.
—Eğer gitmek istersen, ben Eskişehir’e gideceğim, olmazsa beraber gideriz ve Eskişehir’de ben seni otobüse bindirir, memleketine yollarım. Ayrıca para ve bilet meselesini düşünme ben hepsini ayarlarım. Anlaştık mı?
Onüç yaşında, memleketine hasret bir öğrenci için bu sevinç, tarifi imkânsız bir şeydi.
Bünyamin abinin teklifini kabul ettim. Beraber müdür odasına gittik ve meseleyi Mehmet hocaya da anlattık. O da çok sevindi ve hemen hazırlıklara başladık. Benim hazırlayacak fazla bir şeyim olmadığı için hemen yola çıkmaya hazır hale gelmiştik.
Soma’ya gidecek, oradan trenle Eskişehir’e hareket edecektik. Herkesle vedalaştık ve bir minibüse binerek Soma’ya gittik, biletlerimizi altık. Tren yarım saat sonra hareket edecekti. Bu arada iftar için birer su ve bisküvi türünden birşeyler aldık yanımıza. Seferi olduğumuz halde o gün yine oruçluyduk. Çok acıkmış ve susamıştım.
Nihayet tren perona yanaştı ve biz yerlerimize oturduk, sularımızı ve bisküvileri cam kenarına koyduk. Az sonra tren hareket etti. Kompartman sekizer kişilik odalar şeklindeydi ve bizim odada sadece Bünyamin abi ve ben vardık. O bana ilginç hayat hikâyelerini anlattı, ben de gelecekle alâkalı planlarımı. Derken Bünyamin abi derin bir uykuya daldı, ben de pencereden dışarıdaki enfes manzarayı seyrederken hayallere daldım. Ablamın leziz yemekleri gözümün önünden geçti birer birer. Ayrıca memlekete varır varmaz kendime bir gömlek alacak ve babamın huzuruna yeni gömleğimle çıkacaktım.
Derken Tavşanlı’ya geldiğimizde tren durdu. Kimileri inerken, kimileri de trene biniyorlardı. Bizim odaya üç kadın ve iki erkek olmak üzere beş kişi daha bindiler, çantalarını üst bagaj kısmına yerleştirdiler. İhtimal buranın köylerindendiler. Tren tekrar hareket etti. İftara az kalmıştı. Ablalar bir taraftan iftar hazırlıkları yaparken bir taraftan da bizi tanımak istiyorlardı. Güzel bir tanışma faslı oldu. Biz öğrenci olduğumuz için pek sevdiler bizi. Kendi çocuklarından bahsettiler. Ortaya bir sofra bezi serdiler ve poşetlerin içinden sıcak börekler, sarmalar, dolmalar, tatlılar ve meyvelerle sofrayı donattılar. Az sonra ezanlar okunmaya başladı. İçlerinden en yaşlı olanı seslendi:
—Haydin gelin kuzucuklarım! yeyin gari, karnınızı doyruverin!
Biz mahcup bir edayla iftar sofrasına oturduk. Onların bu derce samimi alâkaları, kendilerini ailemiz gibi görmemize vesile oldu. Hep beraber iftarımızı yaptık. Ardından Bünyamin abi güzel bir yemek duası yaptı.
Eskişehir’e kadar hiç unutamayacağımız hoş sohbetlerle gittik. Oraya indiğimizde tekrar bir vedalaşma faslı yaşandı. Ben o gece Bünyamin abinin misafiri oldum. Ertesi gün otobüs terminaline beraber gittik. Yolda yersin diye yanıma paket yiyecekler koydular. Nihayet otobüsün hareket saati geldi. Bünyamin abiyle sarıldık, vedalaştık. Otobüs hareket etti ve Bünyamin abi görünmez oluncaya kadar el salladı. Artık yeni bir yolculuk başlamıştı. Heyecan dorukta ve başımı otobüsün camına dayamış babacığımı düşünüyordum. İner inmez kendime güzel bir gömlek alacak ve onun huzuruna öyle çıkacaktım..