Röportaj: Ahmet Karadağ ve Yazarlık Yolculuğu/ Kübra Aydın

‘Bin yıldır sessiz kalan bir yanardağın ağzından bir sabah dumanlar yükselmesi gibi bir şey oldu.

Bir sabah içinizde bir yazma isteğiyle uyansaydınız ve hemen kaleme sarılsaydınız yazacağınız ilk cümle ne olurdu hiç düşündünüz mü? Belki yazmaya başlamak için böyle bir sabaha uyanmayı bekliyorsunuz.

Yazarların, yazma serüvenine nasıl başladıkları hep merak konusu olmuştur. Bazen yazmaya başlamak için bir kuzey yıldızı ararız. Tecrübeler, hikayeler kendi hikayemizi yazma konusunda cesaretlendirir bizi. Şimdi sizleri doktorluktan yazarlığa uzanan bir yolculuğa çıkarıyorum. Bizi kırmayıp röportaj teklifimizi geri çevirmeyen sevgili Ahmet Karadağ’a teşekkür ederim.

 

Yazar kimliğinizin yanında bir de doktor kimliğiniz var. Yazar kimliğinize geçmeden önce “doktor” Ahmet Karadağ kimdir?

 

Yaklaşık yirmi beş yıllık bir çocuk hekimi ve eski bir akademisyenim. Siyasi nedenlerle sözde sakıncalı olduğum için şu an için aktif hekimlik yapmamın önünde bazı engeller var. Ancak yakında sonuçlanacak adli süreçlerin sonunda aktif hekimliğe dönebileceğimi umuyorum. Ankara’da yaşıyorum. Elli yaşına merdiven dayadığım bu günlerde hekimlik yapma enerji ve hedefimin git gide azaldığını hissediyorum. Ama kim bilir, birden ülkede çok sürpriz güzel bir şeyler olur da hekimlik konusunda bana da tekrar bir enerji ve heves gelir.  

 

Aslında burada olma gerekçemiz yazar kimliğiniz. Doktor Ahmet Karadağ’dan yazar Ahmet Karadağ’a geçiş süreci… Peki yazar Ahmet Karadağ kimdir?

Aslında bu düzeltmeyi bir önceki soruda yapmalıydım ama sorunuzun ikinci kısmına odaklandığım için şimdi yapacağım. Bir tevazu olarak söylemiyorum bunu, inanınkendimi yazar olarak görmüyorum ve hissetmiyorum. Yazar deyince aklıma Dostoyevski, Faulkner, Marquez, Bolano, Hemingway, Böll, Virginia Wolf, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Şule Gürbüz gibi devasa yazarlar geldiği için ismimin önüne kazaen yazar ünvanı gelince bir gülme tutuyor beni. Yazar değilim, yazmaya hevesliyim. Kırk yaşından sonra yazmaya başladım.  Çocukluğumdan beri iyi bir okurum. Sonra bir gün “Dr. Ahmet K.’nın Tuhaf Hikayesi” öyküsünde olduğu gibi aniden yazmaya başladım. Edebiyat eğitimim yok, herhangi bir atölye ya kurs süreci yaşamadım. Bir bebeğin yürümeye başlarken bunu tasarlamaması, planını projesini yapmaması ve bir gün dayanarak kalktığı koltuktan karşı koltuğa paytak paytak yürümesi gibi bir gün ben de kendimi bir şeyler yazarken buldum. İlk yazdığım ve edebi olarak iyi mi kötü mü olduğu konusunda gerçekten hiçbir fikrimin olmadığı öykülerimin, üç dört yıl önce hayalini bile kurmakta zorlandığım güzel edebiyat dergilerinde yayınlanması cesaretimi artırdı ve yazmaya devam ettim. 

 

Ahmet K. Adlı öykünüzde bir sabah içinizde bir yazma hevesiyle uyandığınızı anlatıyorsunuz. Bu öyküyü yazarlık serüveninizin başlangıcı olarak kabul edebilir miyiz?

 

O öykü bir kurgu olmasına rağmen, aşağı yukarıyazmaya başlama sürecim öyküdeki gibi oldu diyebilirim. Elbette bir sabah yazma hevesiyle uyanmadım ama kırk yaşından sonra hiç tasarlamadan kendimi bir şeyler yazarken buldum. Bin yıldır sessiz kalan bir yanardağın ağzından bir sabah dumanlar yükselmesi gibi bir şey oldu. O öykü ilk öyküm değil belki ama ilk yazdıklarımdan biridir. Bir hastalıktan iyileşir gibi coşkuyla yazıyordum. Doğuştan kör olan birinin kırk yaşındayken bir ameliyatla gözünün açılmasıyla dünyadaki her rengi, her görüntüyü görmeye çabalamasındaki coşku gibi bir coşkuydu bu. Sonrası bu öykülerin “Tutsaklığın Üç Hali” isminde bir kitapta bir araya getirilmesi oldu. 

 

Neden yazmaya ihtiyacı duyuyoruz sizce? Yazmanın arkasındaki temel dürtü ne? Sait Faik bir yerde “yazmasam ölecektim” diyordu. Siz neden yazıyorsunuz?

 

Doğrusu bu konuda da büyük sözlerim ve iddiam yok.“Yazmasam ölecektim” demek yazmayı yaşamsal bir zorunluluk haline getirmenin iddiası olur ve ben bu iddiadan uzağım. Aslında hiçbir yazarın yazmaya başlarken “neden yazmalıyım” sorusuna bir cevap bulduğu için, önemli bir varoluşsal sorunu hallettiği için yazmaya başladığını düşünmüyorum. Ancak yola koyulup belli bir mesafeyi kat ettikten sonra o uzun yolda “neden yoldayım” sorusu zihninizi kurcalamaya başlıyor. Ben anlatacağım şeyler olduğu için yazıyorum. Yazarak hayatımdaki eksik bir şeyleri tamamladığımı da hissediyorum. Okurlarımda, yazdıklarımın kurgusal dünyasına girdiklerinde, “gerçek hayattan daha gerçek bir şeyle karşılaşmaları, bundan haz almaları, üzülmeleri, sevinmeleri, umuda ya da umutsuzluğa kapılmaları, kızmaları, kinlenmeleri, harekete geçmeye karar vermeleri” gibi tesirler bırakmak hoşuma gidiyor. Sözün, kelimelerin yazanda da okuyanda da büyülü bir tesiri olduğunu biliyorum. Sözlüğün bir yerlerinde öylesine duran bir kelimenin birkaç başka kelimeyle,  bir mısrada, bir cümlede yan yana gelmesinin kışkırtıcı, büyüleyici bir etki oluşturduğuna inanıyorum. Bu inanç beni büyük bir coşkuyla yazmaya yönlendiriyor daima.

 

Son okuduğum öykünüzde cezaevindeki insanların ruh halini tasvir etmişsiniz. Hikayelerinizde insana dair unsurlar ağır basıyor. Bu bağlamda kendinizi nasıl bir öykü yazarı olarak tanımlarsınız?

 

Siyasi nedenlerle beş yıl kadar cezaevinde kaldım. Bu durum ister istemez yazdıklarına da etki ediyor insanın. Çünkü cezaevleri dünyanın her yerinde gerçek insan laboratuvarlarıdır. İnsanın en geç on beş gün içinde kendini ve ötekini bütün çıplaklığıyla tanıdığı yerdir. İnsan orada bedeninin ve ruhunun sınırlarını tanır. Bencillik, fedakârlık, kıskançlık, doğruluk, sadakat, vefa, direnç gibi konularda kendi kendini ve daha ötesi başkalarını da test edebileceği bir yerdir. Hücredeyse yalnız kalmaya direnci, kalabalık bir koğuştuysa başkasına olan toleransı hemen ortaya çıkar. Açlık, susuzluk, bedensel acı, vücudun ve mekânının kirliliğine dayanma gücü gibi en ilkel yönlerinin sınırlarını öğrendiği gibi, aşağılanma, zamanın yavaş akışına sabır, kimi eski dostlardan vefasızlık, unutulup gitme gibi ruhsal acılara dayanma sınırlarını da öğrenir. 

Öykülerimde insana ait unsurlar öne çıkıyor, bu doğru. Yayınlanan öykülerimin tamamı kurgu olmasına rağmen hemen hemen hepsi otobiyografik unsurlar da içermesinden dolayı içten ve coşkuyla yazılmıştır diyebilirim. Deneysel ve uç şeyler yazmaktansa sıradan ama gerçek bir insanlık halini yazmayı daha çok tercih ederim. Yazan kişinin bir derdi olması konusunu da önemsiyorum. Dertli olmasın ama derdi olsun yazarın. Anlattığı en neşeli şeyde bile ince bir kırıklık olsun isterim. Böyle de yazmaya gayret ediyorum. 

 

Kitap okumak sizin için ne anlam ifade ediyor?

 

Belki klişe olacak ama gerçekten benim için insani ihtiyaçlardan biridir okumak. Beş yıllık hapisliğim boyunca kısıtlı imkânlara rağmen onca acıya kitapların yardımıyla katlandım diyebilirim. Edirne F Tipi Cezaevinde bir dönem güya kütüphane sayımı nedeniyle aylarca kitap vermemişlerdi. Elimde Stefan Zweig’inAcımak adlı romanı vardı. Arka arkaya altı yedi kez bu romanı okudum. Her satırını bildiğiniz bir romanı arka arkaya okumak, güzel bir şarkıyı arka arkaya dinlemek gibi bir şey. Kitaplar olmasaydı bu hayatta çok büyük bir boşluk olurdu. 

 

Konu kitaplara gelmişken en sevdiğiniz yazarlar kimler. Daha doğrusu kimlerden besleniyorsunuz?

 

En sevdiğim yazar Dostoyevski’dir ve dünya üzerinde yazılmış en iyi roman da Karamazov Kardeşler’dir bana göre. Bunun dışında, sorduğunuz ikinci soruda da kısmen hissettirdiğim üzere Latin Amerika Edebiyatı beni çok etkiler. Borges, Marquez, Bolano favorilerimdir. Kuzey Amerika Edebiyatından en sevdiklerim ise Hemingway ve Faulkner’dır.  Avrupa’dan beni çok etkileyen yazarlarsa; Kafka, Proust, Joyce, Thomas Mann ve Heinrich Böll’dür. Afrika kıtasından en beğendiklerim de Abdulrazak Gurnah, Necip Mahfuz ve eğer onu da Afrikalı sayarsak John M. Coetzee’dir. Ülkemizde beni en çok etkileyen yazarlar ise; Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, Aslı Erdoğan ve Şule Gürbüz’dür. 

 

Bu röportajı okuyacaklar için kitap tavsiyeleriniz neler olur?

 

Belki de hekimliğimin etkisiyle, tanımadıklarıma ne ilaç tavsiye derim ne de kitap. İlaçlar gibi kitaplar da hastaya/okura özgüdür. Astım hastasına kabızlık ilacı tavsiye ederseniz abes bir şey olur. İyi kitaplar onu hak eden okuyucuyu eninde sonunda bulur. Kötü kitaplar da… 

 

Doktorluk anılarınıza satır aralarında sıkça rastlıyoruz.Özellikle Martin Eden sendromu sizden duyduğum bir terim oldu. Bu sendromu biraz açabilir misiniz?

 

Haklısınız, bu konuyla ilgili bir yerlerde yazmıştım. Cizlavet Edebiyat sitesinin okurlarının çok iyi bileceği gibi Martin Eden, Jack London’un otobiyografik romanıdır. Sevdiği kızın gözüne girmek için yazar olmaya çalışan ama aslında bir sokak serserisi olan roman kahramanı Martin Eden’in zorlu bir süreçten sonra ünlü bir yazar olunca yaşadığı “arzulanan, peşinde koşturulan, uğruna birçok şey feda edilen ve varıldığında mutlak mutluluğa erişileceği düşünülen hedeflerin elde edilmesiyle beraber gelen boşluk, hissizlik, amaçsızlık ve anlamsızlık duygusu” olarak tanımlanan ve ilk kez 1996 yılında Rus psikologların “başarı depresyonu” olarak özetledikleri durumdur. Hedeflenen başarıya ulaşınca uğruna hayatın ıskalandığı şeyin çok da önemli olmadığını anlamak hem Martin Eden’i hem de yazarını intihara sürüklemiştir. Bu nedenle hiçbir işte nihai hedef başarı olmamalı, insan eylemlerine mutlaka varoluşunu anlamlı kılacak gerekçeler eklemelidir. 

 

 

Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz? Mesela filmlerle aranız nasıl? Yazmak eylemi ve sinema arasında bir ilişki var mı sizce?

 

Edebiyat da olmasaydı sanatsal anlamda gerçekten bomboş bir yaşamım olacaktı. Çünkü müziğe ve resme ne üretici ne de takipçi olarak kabiliyetim var. Ancak iyi bir sinema izleyicisiyim. Sinemanın insanlar üzerinde en büyük etkiye sahip sanat dalı olduğunu düşünüyorum. Ardından müzik, ardından da edebiyat geliyor bence. Sinema edebiyatı ve müziği de içine alarak izleyicisi üzerinde çok büyük etki yapma başarısına sahip müthiş bir sanat dalı. İyi filmler ancak iyi senaryolarla (yani iyi edebiyatla) üretilebildiği için edebiyat ve sinema iç içe sanatlar kesinlikle.

 

 

Peki film tavsiyeleriniz?

 

Gelmiş geçmiş en büyük ve en bilge yönetmen olarak Andrey Tarkovski’yi gördüğüm için tüm filmlerinin defalarca kez izlenmesini öneririm. Ama Tarkovski’nin filmlerini izlenmeye karar veren kişinin, izlemeden önce “Mühürlenmiş Zaman” kitabını okuması filmlerden alacağı tadı artırır. 

 

Yazmaya yeni başlayanlara tavsiyeleriniz nelerdir?

 

Ben de yazmaya yeni başladığım için kendimi tavsiye makamında görmüyorum. Bu nedenle yazmaya yeni başlayanların, büyük yazarların tavsiyelerine dikkat etmelerinin daha faydalı olacağına inanıyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *