Zeze’ye Mektuplar / Gökhan Bozkuş

Merhaba Zeze,

Merhaba hüznünü sevdiğim çocuk. Merhaba derdini derdime katıp, sesine sözüne ruhumu sarmaladığım çocuk. Sana mektup yazmak geldi içimden. Suskun çocuklar yerine. Susturulan çocuklar yerine. Konuşmak,  gülmek , oynamak istemelerine rağmen güneşten, buluttan, sokaklardan mahrum edilen çocuklar yerine. Benim adım Portuga değil Zeze. Bu mektubu okurken beni onun yerine koy olur mu?

Çocukken hepimize sorulurdu. En çok babanı mı yoksa anneni mi seviyorsun, diye. Bir yanımızda annemiz diğer yanımızda babamız ve bizler utangaç köylü çocukları… Senin babanı sevdiğin ve saydığın gibi ürkek,  senin anneni anlamaya çalıştığın gibi  kekeme biraz tereddüt biraz korku ve biraz da bilinmezlik ile omuzlarımızı geriye doğru çekerek başımızı devekuşları gibi toprağa koymak isteyişlerimiz geldi aklıma. Cevabımız vardı elbette Zeze. Zira annemiz de babamız da yanımızdaydı. Anne kokusu nedir , baba kokusu nasıldır biliyorduk. Ve korkusunu da. Ve bakışlarını da. Ama Zeze çocuklar var şimdilerde. Öyle eksik , öyle yarım,  öyle paramparça çocuklar… Ya anne var baba yok ya baba var anne yok. Ya da ikisi de var kendisi yok, uzaklarda Zeze. Sana yazarken şimdi yutkunuyorum bunları. Şair Cahit Sıtkı gibi olur, biter dedim çoğu zaman. Ama Zeze benim yazacağım çocuklar anneni mi seviyorsun yoksa babanı mı sorusuna ürkerek de olsa cevap veremediler.

Olur biter
Geçer gider.
Ama canımı yaka yaka yutkunduğum şeyler var.
Olup bitmeyen,
Geçip gitmeyen.
Zaman zaman yine uykusuzluk çekiyorum ama…
Çok da takılmıyorum artık bu uyku konusuna,
Uyuyunca geçmeyen şeylerin olduğunu anladığımdan bu yana…”

Evet Zeze, uyuyunca geçmeyen şeylerin var. Çünkü büyüyemeyen çocuklar var şimdilerde. Hep öyle çocuk kalan. Boynu bükük ve gözleri tertemiz  Selman olan. Artık gel baba diye ağlayan Ahmet Burhan olan. Sana geliyorum baba diye kanatlanan Betül Seda olan. Canımı yaka yaka yutkunduğum şeyler var Zeze.

Zindanlarda emekleyen bebekler için baba kelimesi masal karakterlerinden farksız şimdi. Ve gözyaşları küçüğüm. Su yerine sicim sicim onu yudumlayan anneler var.

Sevgili Portuga, bana her şeyi çok erken anlattılar, diyorsun ya hani sen…

Tiflis’te ya da Atina’da senin yaşlarında olup altmışında insanların yükünü yüklenen çocuklara da Zeze…
Zaman çok şey anlattı. Üşüyorum anne sözcüğü bir evde söylenseydi keşke. Tut ellerimi baba sözleri, bir alışveriş merkezinde ya da… Akçabay sözcüğü Zeze… Nasıl bir ateştir onu anlatmak isterdim sana. Sana çok erken anlattılar belki ama anlatamadığımız çocuklar var Zeze. Ve henüz suyun nereye götürdüğünü bilemediğimiz çocuklar. Balıkları kıskanıyoruz biz de Zeze. Senin şeker portakalına sarılmadan evvel ablanı abini kıskandığın gibi.

“Uyuyalım. İnsan uyudu mu her şeyi unutur.” Unutturmuyorlar küçüğüm ve her gün… Ve her gün Yeni bir çocuğun hüznü geliyor gözlerimizin önüne. Derdini sevdiğim Önder Eröz’ün büyümeden yaşlanan oğlu geliyor gözlerimin önüne.

Seni büyüklerin dövdü yavrucuğum ne mutlu sana. Bir devletin el ele, omuz omuza vererek ‘Sana yaşamak yok, seni öldüreceğiz’ dercesine adım adım,  santim santim erittikleri Ahmet Burhan geliyor gözlerimin önüne. Uyuyunca her şey unutulmuyor küçüğüm. Rüyalara gelen minik ellerden söz edeyim sana. Benim de bir masalım olsun amca. Benim de adım bir şiirde geçsin diyen yer yüzünün en şirin kuşları geliyor gözlerimin önüne.

Hani Portuga’ya :

” Acılarım kaç gün sürecek Portuga?
– 40 gün.
– 40 gün sonra geçecek mi?
– Hayır, alışacaksın…”
demiştin  ve alışacaksın cevabını almıştın ya
Portuga yalan söylüyor Zeze
Portuga yalan söylüyor Zeze.
Portuga yalan söylüyor Zeze.
Berk Görmez’in babasının sözlüğüne kim taşıyabilir ‘alışmak’ sözcüğünü. Albümlere başını koyup ağlayan,  hala kokusu kalmış mıdır diye her gece ama her gece elbise sandığını açıp minik minik gömlekleri koklayan annelerin iklimine kuş olup konmuş mudur ‘alışmak’ sözcüğü.

Portuga yalan söylüyor Zeze.
Portuga yalan söylüyor Zeze.
Portuga yalan söylüyor Zeze.

Hani bir gün de Portuga’ya

‘Biliyor musun, insanları öldürüyorum,Portuga.’ demiştin de onun ‘nasıl’ sorusuna ‘Onları unutarak demiştin.

  Olmuyor küçüğüm olmuyor. Biz ne kadar da unutmak istesek onlar yeniden yeniden hatırlatıyorlar kendilerini. Unutarak öldürmek… Keşke unutabilsek biz de ve eklenmese takvim yapraklarına her gün yeni bir feryat. Acıları yaşayanların değişse de isimleri yaşatanların isimleri değişmiyor Zeze. Değişmiyor küçüğüm…

”Nen var Zeze?”
”Hiç. Şarkı söylüyordum.”
”Şarkı mı söylüyordun?”
”Evet.”
”Öyleyse ben sağır olmalıyım.”

Ben sağır değilim Zeze ve senin içinden gele gele söylediğin şarkıları dinliyorum. Zira benim de içimden okuduğum şarkılarım var. Benim de şarkılarımı minik minik elleriyle alkışlayan büyüyemeyen,  yirmili yaş fotoğrafım işte bu diyemeyen hep çocuk kalacak olan cennet kuşlarım var.

Sen oku şarkını küçüğüm. Cezaevlerinde yaramazlık yapmasına müsaade edilmeyen ve bir ranzanın üzerinde annesine sarıla sarıla zihninde ip atlayan, içinde kaydıraktan kayan, içinde körebe oynayan çocuklarım var. Onların şarkısını söylüyorum ben de. Ve sen Zeze oku içinde şarkılarını… Ben duyuyor ve ağlıyorum Zeze.

*Zeze kim diye soracak belki de mektubu okuyanlar. O Şeker Portakalı isimli bir kitapta yer alan hayali bir karakter. 5 yaşında bir çocuk.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *