Çok güzel bir hayatımız vardı.
Her gün daha bir aydınlık, her an daha bir sevinçliydi. Mutlu bir aile de görmek isteyeceğim her şey vardı canım ailemde. Annemin şefkati, babamın merhameti hayatımızdaki bütün oluşabilecek boşlukları dolduruyordu. Şeker şerbet misali sevgi yudumladığımız bir yuvamız vardı. Evimize karanlığın, yıldırım hızıyla ineceği ana kadar; denilebilir ki hiçbir kış bu kadar üşütmedi; hiçbir yağmur bu kadar ıslatmadı. Hiç bu kadar güneşe hasret kalmadım. Ve anladım ki artık vazgeçmeliyim çocuk olmaktan. Ruhum vazgeçebilirdi ama bedenim, evet bedenim henüz küçük bir çocuktu. Sanki güneş tutulması yaşanıyordu bütün bir yer kürede. Gün ortasında apansız bir gece sarmıştı bütün bir yanımı. Sadece yıllar yılı dost bildiğim aynalar değildi düşman görünen. Her şey büsbütün düşman kesilmişti, kancık pusularla sarılmıştı dört bir yanımız. Gölgemize bile tahammül edemeyen yığınlar en kuytu
yanımızdan hançerlemeye hazırdı.
Babamın her gün severek gittiği, herkesin gıpta edebileceği, görev yaptığı bakanlıkta üst düzey bir
görevi vardı. Çalıştığı kurumda geliştirdiği güzel insani ilişkiler babamın sosyal becerisiydi adeta. Evimize sık gelen konuklarımız bu durumun en güzel örneğiydi. Ama bütün bu güzellikler bir anda okus-pokus olmuştu. Babamın dilindeki türkü sözleri niyetini açık ediyordu. Tabii ki bunlar Gurbet türküleriydi diline pelesenk olan. Düşüncem veda diyor bu yerlere diye başlayan. Babam adeta bize yolculuğu sanatsal bir söyleyişle haber veriyordu.
Bütün bir vatan, batan bir güneş gibi batıyordu gözlerimizde. Hatıralarım Batan güneşin kızıllığında alev alev yanıyordu.
Ve bu güneş üzerimize başka bir memlekette doğmalıydı, hisleri beni ve ailemi sarmıştı. Babam
kulağıma kar suyunu kaçırmıştı bir defa; benim de düşüncem veda diyordu bu yerlere. Fatoş da gurbet türküleri dinleme başlamıştı. Beni ve ailemi sıkan olayların Fatoş’u da bir hayli sıktığını biliyordum. Ayrılık herkesin korktuğu bir meseleydi. Benimde ayrılmaktan korktuğum Fatoş bebeğim vardı küçük dünyamdaki kocaman arkadaşımdan. Bütün herkes beni bıraksa, benden ayrılsa Fatoş bebeğim beni bırakmaz, biliyordum.
Dört kişilik bir aileydik; adeta dört başı mamur.
Annem, babam, ben ve Fatoş bebeğim. O benim en iyi arkadaşım, sırdaşım. Bir kez olsun benim sözümden çıkmadı. Nereye gittiysem geldi, ayrılık bizden çok uzaktı. Hem biz sözleşmiştik onunla hiçbir zaman ayrılmayacağız diye. Bizi ancak ölüm ayırırdı ayırırsa. Bu duyguların gelgitleri içerisinde günlerden bir gün;
akşamın bir vaktinde çalan kapı herkesin ağzının tadını kaçırmıştı. Gelen bir dosttu ama acı söylemişti. Babamın yüzünden bunu okumak çok zor değildi. Hem bu konuşulanları anlamak için okur yazar olmakta gerekmiyordu. Babam çok telaşlı annem süper telaşlı. Gurbet türküleri galiba gerçek oluyordu. Çünkü gelen haberin telaşı bin yıllık bir çınarı yerinden edecek cinstendi. Ve çok sevdiğimiz evimizden eşyalarımdan arkadaşlarımdan ve her şeyimden ayrılığın vaktiydi gelen bu haber. Ve artık süre dolmuştu şairin dediği gibi: “Artık demir alma günü gelmişse zamandan…” sözü bizim halimize tercüman olmuştu. Evden ayrılırken her şeye sanki bir daha bakamayacakmışız gibi baktık, son bakışlar hüzün doluydu, gözbebeğimiz yağmur yüklü bulutlar gibiydi. Fatoş benimle beraber olduğu için gayet mutluydu. Hep birlikte evimizden bu defa kendimizi biz uğurlamıştık, hatıralarımız, sevinçlerimiz ve acılarımız bizi uğurlamıştı. Hatır bilmez bir memleketin hatıraları, gözümüzde tomurcuklanıp akamayan bir gönül çağlayanıydı.
Ah ayrılık!
Meşakkatli bir gecenin kollarına salıvermişti bedenlerimizi. Ailem ve Fatoş bebeğim adeta ışınlanmıştık siyah bir arabayla sık ağaçlık, çalılık, bataklık bir coğrafyaya. Göğe uzanan ağaçların arasında amansız bir yağmur, korku filmlerini aratmayan bir ıssızlık, rengi rengimize benzemeyen insanların rehberliği eşliğinde bir koşturmaca… Ve aydınlık bir dünyanın hayaliyle yanıp tutuşan heyecan yüklü Fatoş bebeğim. Sanki hepimiz Fatoş bebeğime eşlik etmek için buradaydık. Bu seyahat
daha önce gittiğimiz tatillere hiç benzemiyordu. Üstelik izci çadırımızda yoktu. Alabildiğine korku dolu bir haldeyiz. Ve kalbi göğsünde davul tokmağı gibi güm güm atar halde bir grup insanla dolu dizgin gidiyoruz.
Her şey bir anda olacakmış gibi bir his var içimde. Bu film kısa sürecek galiba; çünkü hiç kimse normal değil. Kısık gözlerle üç yüz altmış derece bir açıyla dönen termal kameralar gibi kafalar dönüp duruyor. Akşam sporuna çıkmış gibi bir hal vardı üzerimizde. Ama gözlerim hep Fatoş bebeğimin gözlerinde. Karanlık yüzlü adam kısık seslerle belli belirsiz bir şeyler söylüyor, dilinden dökülen sözler değil; bedeninden süzülen tedirgin hali anlatıyordu her şeyi. Bu oyun hoşuma gitmişti. Kurallar: Konuşmak yok, su istemek yok, çişe gitmek yok, ışık yok, telefon yok… Bütün bu yokluklar içerisinde insanın varlığını sorgulamaya başlıyordum. Benim için ve Fatoş bebeğim için sorun değildi bunlar; biz zaten hazırlıklıydık olanlara ve olacaklara.
Babam tembihlemişti bize bütün bunları.
Arabadan indikten sonra hemen oradan uzaklaşmıştık.
Bize refakat eden adam önde; ben babamla birlikteyim ve arkada annem dağlara tırmanan dağcı ekipleri gibi dizilmiş yürüyoruz. İpi kopsa dağılacak tesbih tanelerini andırıyor halimiz. Nizami bir yürüyüşümüz var yani. Belli belirsiz sesler geliyor; rüzgarda dalgalanan düdük sesi gibi, devriye atan asker falan olsa gerek. Hudutlârda böyle şeyler oluyor diye duymuştum. Bir sınır, nehir sözleri
konuşulmuştu annem ve babam arasında ben ve Fatoş da duymuştuk çıkacağımız yolculuğun şifrelerini.
Biz birilerinden kaçıyoruz gibiyiz, arkaya bakmadan yürüyoruz. Geriye bakan sanki günahlarıyla yüzleşecek, kimse günahlarını hatırlamak istemezdi zaten o yüzden bakışlar hep ileriye dikilmişti sanki. Sevap işlemeye teşne olduğumuz için değil geriye bakıp günahlarımızla yüzleşme korkusu, sadece vicdan azabı. Biz, bizi bekleyen mutlu yarınlara, güzel günlere doğru gidiyoruz adeta bize öteki
gibi bakmayanların diyarına. Ve yürüyüşün temposu arttı; koşmayla yürüme arası bir halde kısık bir su sesine kulak kesilmiş, o yöne doğru koşuyoruz. Dalgalı, uzak mı, yakın mı anlaşılmayan köpeklerin havlama sesleri heyecanımızı artırıyor. Sessizliği sivrisineklerin sazı bozuyordu yaşananları anlamayana ise davul zurna az geliyordu. Sivrisinekler sokmak için mevzi almışlar; tabi biz sinek savan ilaçlarımızı sürünmeyi unutmamıştık. Gelen sinekleri geldikleri gibi gidecekler deyip yolculuyorduk. Ne hazin bir durumdu, geldikleri gibi gidenlerin diyarına gelmeyenlerin gitmesi.
Bataklık sazlıklar derken bata çıka dörtnala gidiyoruz.
Ama biz kararlıydık nehir kıyısına biran önce ulaşıp oradan babamın daha önceden anlattığı gibi, bir bota binip nehrin öbür tarafına geçmeye, hüzünlü gurbete ilk adımı atmaya. Nefeslerimiz sanki kulaklarımızdan çıkıyor, göğsümüz demlenmeye hazır çay suyu gibi fokurduyor. Fatoş bebeğim de bir hayli yorulmuştu. Bir solukta kendimizi nehrin kıyısında bulmuştuk. Bizimle beraber bir ailenin de hazır beklediğini görünce çok mutlu olduk. Yalnız olmamak Fatoş bebeğimi de sevindirmişti. Belli ki
memleketten gurbet diyarına niyetlenen sadece biz değildik. Ama bayağı kalabalık olmuştuk. Hep birlikte bota binip karşıya geçmemiz çok zor görünüyordu. Bize rehberlik eden adam önce bizi geçireceğini ardından dönüp diğer aileyi alacağını söyledi babam olur diyebildi sadece. Bakışlar tedirgin gece alabildiğine karanlık. Ben her şeyin bir oyun olduğuna kendimi çoktan inandırmıştım; bu kısa film olsa gerek diyordum ve oyuncuları da oldukça başarılı buluyordum. Fatoş bebeğime bir
bakış attım; ona bir dost sözüyle tesellide bulundum, ona : Güçlü ol ey kalbim! Dedim çünkü o benim kalbimdi, o güçlü olunca bende güçlü olacaktım. Bu sırada köpek sesleri ve garip ışıklar daha çok hissedilmeye başlamıştı. Kuytu bir köşeye önceden saklanmış botu babamın da yardımıyla şişirip nehre indirildi. Ve sonrasında rehber, annem, babam, ben ve Fatoş bebeğim alelacele bota attık kendimizi. Botu kullanacak kişi çok tedirgindi, bakışları ve homurtuları telaşlı halini eleveriyordu. Biz
de koşturmacanın ardından bota binince bütün yorgunluğumuzu bota bırakmıştık. Botta sıkışık bir halde annemin dilinden ruhumuza huzur veren dualarla karşı kıyıya varmaya çalıştık. Nehrin ortalarında kalbimde bir kopuş, bir iç sarsıntı hali oldu.
Kalbimdeki teklemenin bedenimi sarsan, beni çığlıkların kollarına atacak şeyin ne olduğunu karşı kıyıya vardığımızda anlamıştım. Ama artık çok geçti. Hiç bir zaman ayrılmayacağımıza dair sözleştiğim canım arkadaşım, ciğerparem Meriç’in azgın sularına teslim olmuştu. Ve ben onun bottan düştüğünü fark edememiştim.
Fatoş!!!! Kendimi affedemeyeceğim hiçbir zaman. Diyebilmiştim feryat ile. Ne olur beni affet.
Suyunda boğulmadığım Meriç beni bebeğimden ayırdı diye hıçkırıklarımda boğulmuştum. Ben Fatoş’umun ayrılığına alışamadan başka bir drama şahit olmuştum. Güvercin kalbi gibi hafif kalbim bunca acıyı nasıl taşır nasıl taşısın.
Ve geride kalan ailenin çığlıkları kulağımdan hiç gitmeyen güçlü bir çınlama sesi gibi, ayrıldığımız kıyıda tam bir can pazarı yaşanıyordu. Parmaklarım ağzımda olanları izliyorum dişlerimle parmaklarımı nasıl sıkmışsam kan oturmuş parmak uçlarıma. Uzaklaştıkça acısı büyüyen biz ayrıldığımız kıyıyı nefeslerimizi tutmuş bir halde izliyorduk.
Yaklaşan düdük ve köpek sesleri hayra alamet değildi. Bir iki dakika sonra askerler karşı kıyıya varmışlardı zaten. Tam o sırada diğer aile bizden gelecek botu beklerken kıyıda askerler tarafından alıkonuldu. Diğer ailenin reisi ve rehberi Meriç nehrine atlamak zorunda kaldı. Cana doymak bilmeyen Meriç’in azgın suları onları suyun içine çekiyordu. Diğer grubun rehberi daha fazla dayanamadı ve ruhunu Meriç’in kalbine gömdü. Fatoş’un acısı benim için o kadar tazeyken gözlerimin
önünde koca bir insanın ölümüne şahit olmak beni dipsiz kuyulara atıverdi. Meriç’in kabaran suyu sanki benim göğsümde kabarıyordu boğuluyordum bu acı gerçekler karşısında. Ve diğer aileden olan kişinin kurtuluşu bir teselli olmuştu bize. Can havliyle Allah’ın bir lütfu olarak atabilmişti kendini kıyıya. Ama Fatoş’un ayrılığının açtığı yara hiç kabuk bağlamadı bende. Hep eksik kaldım ve hep eksik yaşadım. O benim bebeğimdi. O benim en kıymetlimdi. Bir ayrılık bir ölüm hiç biri olmasaydı da her ne oluyorduysa olsaydı..
Bu yaşadıklarımın gerçek olduğunu,
Diğer ailenin askerlere yakalanmasıyla;
Bir aile reisinin ölümü göze alarak kendini Meriç nehrine atmasıyla ve
Bir kişinin de canını hiçe sayarcasına Meriç’in azgın sularında boğulmasıyla.
Anladım.
Son bakışlarımız bütün ömrümüzün hülasası gibiydi.
O gün o an gözyaşlarımız ceyhun oldu Meriç’le yarışan.
….
Servet Erdil