Cide Papazı Yakalandı / Gökhan Bozkuş

Art arda kelimelerle daha doğrusu etiketlerle başlamak istiyorum yazıma. 

Hain, terörist, anarşist, affedersiniz ermeni, satılmış, papaz, kominist, ermeni dölü vs vs…
Aşağıda yakın tarihimizde yaşanan gerçek bir hadiseyi size aktarmadan önce öteki olarak görülen kesimlere yapıştırılan etiketleri yazmak istedim önce. Ve bu etiketler hiç eksik olmadı tarihimizde. Ötekinin hikayesi hiç bitmedi aslında. Her zaman birileri öteki oldu. Makamları ne olursa olsun linç edildi o ötekiler. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Refik Halit, Rıfat Ilgaz… Şair, yazar, devlet adamı fark etmez… Eğer mevcut düzenden farklıysanız sizin alnınıza muhakkak yapışacaktır ihanet etiketi. Bugün alkışladığımız eserlerini okuduğumuz, hayırla yad ettiğimiz nice isimler vardır ki kendi dönemlerinde hayat onlara zindan edilmiştir. Yer yer o isimlerin hayatlarına dair yazılar yazmak istiyorum. Sizleri yaklaşık 40 yıl öncesine Cide’ye götürmek istiyorum.  12 Eylül darbesi olmuştur. Sessiz sedasız geldiği Cide’de yaşayan Şair Rıfat Ilgaz’ın kapısı bir gece askerlerce çalınır. O sırada çalışma masasında Yıldız Karayel isimli romanını yazmakta olan Ilgaz, kalkıp kapıyı açınca karşısında bir yığın mavi berelinin ellerinde silahlarla dikildiğini görür. Bu 1981 yılının 29 Mayıs gecesidir. “Rıfat Ilgaz’ın evi burası mı?” sorusundan sonra mavi bereliler hemen evin içine dalıp yalnız kitap ve gazete müsvetteleriyle dolu odalara dağılırlar. Biraz sonra keskin bir emir gelir; “hazırlan albaya gideceğiz” 70 yaşındaki ihtiyar yazarın son gözaltısı işte böyle başlar. Fakat o, ta 1940’lardan alışıktır ve deneyimlidir bu ani sorgusuz sualsiz gözaltılara. Onun için önce pijamalarını, üstüne kışlık elbiselerini ve montunu giyer.
İhtiyar şair önünde ve arkasındaki postal sesleriyle aşağı indiğinde evin askerler tarafından sarıldığını dehşetle görecektir. Evinde kitaptan başka bir şeyi olmayan ihtiyar bir adamı gözaltına almak için neredeyse bir manga jandarma gelmiştir. İhtiyar şair, bunun basit bir gözaltı değil bir operasyon olduğunu o zaman anlayacaktır. Kendisi alınarak Cide halkına da gözdağı verilmektedir.

Götürüldüğü karakolda kendisi için söylenen “Cide’nin baş papazını yakaladık” lafları kulağına çalınır sık sık. 12 Eylül öncesinde Cide’de tek bir dikkat çekici olay yaşanmamış, kimsenin bir olaydan ötürü burnu bile kanamamıştır.
Bir er gelip şairin gözlerini bağlar sonra hiç yaşına başına bakmadan onu ite kaka bir koğuşa sürükler. Kollarını kaldır, ayaklarını aç emirleri çınlar ortalıkta, bunları istenildiği gibi beceremeyen Ilgaz’ı, genç er azarlar ve ayaklarını tekmeler. Fakat ayakta duramayacağını anlayan Ilgaz, gözündeki bağcığı sıyırır ve gidip bir yatağa oturur. Ere de “İstediğini yap ama beni buradan kaldıramazsın” der. Bunun üzerine er gidip onbaşıyı çağırır, onbaşı; “Kalk, herkes gibi sen de dikil” diye buyurur. Ancak Ilgaz inatla yaşından dolayı ayakta duramayacağını söyler, böylece onbaşı da geldiği gibi gider.
Çok sonra yan koğuşlardan bir genç kızın sorgusunu duyar Ilgaz; komutan sormaktadır, “Rıfat Ilgaz’ın kitaplarını kim verdi sana. Kimden aldın?” Cevap “Kitapçıdan” olmuştur. Oysa İNSAN HİÇ KİTAP OKUR MU? (Hükümet Kadın 2 filminden bir replik)  Büyük suç!
Gece yarısı yeniden postal sesleri, silah takırtıları arasında bir er, gözleri bağlı Ilgaz’ı dürter,”Yürü gidiyoruz”. Böylece Cide’den Kastamonu mezbahalarına doğru yolculuk başlar. Gözleri bağlı olsa da Ilgaz çevresini bağcığın altıdan az çok görebilmektedir. Bahçede hava albayı, sağ yanında belediye başkanı, sol yanında bir ağa…
Ilgaz bir uzatmalı çavuşla arabaya bindirilir. Omzu üzerinden geride kalan ağalara, beylere bir göz atar. Hepsi de “Bayram namazından çıkmış kadar keyifliydiler. Ya da bir düğün şölenindelermiş gibi… Ağızları kulaklarında.” Onlar gözaltına alınanların Cide’ye yol ve liman istediğini biliyorladı. Ve bütün bunlar onların çıkarına dokunuyordu.

Rıfat Ilgaz başta olmak üzere Cide aydınları ilçenin gelişmesi için yol ve liman istmekteydiler. Buna karşı çıkan ağalar tutuklulara bakarken işte bu yüzden utku içinde şişinmekteydiler. Ilgaz ve yanındakileri Kastomanu’ya sorguya götürülür. Sonra da o günlerde kullanılmayan Et Balık Krumu’nun mezbahalarında konaklama yapılır. Böylece çengellere hayvanlardan önce insanlar asılır. Burada da sorular yinelenir, “Adın, soyadın, babanın adı, doğduğun yer”. Ilgaz’ın cevabından sonra yine sorar, “Suçun”. Ilgaz şaşırır. “Bunu sizin bilmeniz lazım” der ben nereden bileyim, “Olmaz bir şey yazmam lazım” der katip. Bunun üzerine biraz düşünen Ilgaz o günlerin en korkutucu suçunu söyler; “Yaz. Sosyalist”.
Ve sonra yine emirler “Kaldır kollarını. Aç ayaklarını”. Yaşlı yazar her seferinde büyük bir çaba ve hüzünle istenilenleri yapar. Ardından Kastomonu mezbahasına tıkarlar hepsini. Orada ihtiyar yazar oturacak olur, bir ses gelir “YASAK”. Ilgazla gelen tutukluların diğer bir özelliği de, hepsinin beylere ağalara karşı halkı tutan, adil, dürüst memur ve aydınlar olmasıdır. Yanı sıra köylüler ve öğrenciler ve işçiler de vardır.
Bir er, oturmasına izin verilmeyen ihtiyar yazarın yanına gelir, “Amca benim nöbetimde oturabilirsin. Gözlerini de aç istersen” der. Sonra inanamaz bir bakışla Ilgaz’ı süzerek “Amca senin yazar olduğunu söylüyorlar doğru mu” diye sorar. Sonra ekler, “Aklım ermiyor. Bu kadar kitabın var da, seni neden getirdiler?” Bir süre tutuklu kalan 70 yaşını geçmiş olan yazar daha sonra serbest kalır.Romanını yeniden yazmaya döner ama, “Üzerinden çok şeyler, jipler, cemseler, sorgular, cezaevleri, hastaneler, mavi bereliler” geçmiştir. Bugün Rıfat Ilgaz denince hemen hemen hepimizin aklına Hababam Sınıfı gelir. Defalarca izlediğimiz o filmlerin yazarı Rıfat Ilgaz’ı oğlunun dilinden dinleyelim.

Hababam Sınıfı” romanının hikayesi;
“- Ben Aksaray’daki Pertevniyal Lisesinde okuyordum. Her okul dönüşünde babam okulda ne yaptıklarımı sorar, ben de o hoca bunu, öteki hoca şunu, biz bunu yaptık diye anlatırdım. Baban o zamanlar takma isimle yazıyordu. O da ertesi günü bunları başka isimler kullanarak, sütununda “Hababam Sınıfı” diye anlatırdı. Kimse benden şüphelenmezdi. Babam aslında bu romanında Türkiye’de o devirdeki sınıf ayrılıklarına dikkati çekmek istemişti.. Biz sinemada hep komik hallerini gördük, komedi gibi izledik. Ben 7 yıl Amerika’da okudum, THY’nda çalıştım, çok olaya tanık oldum. Babamın yattığı bütün hapisaneler bugün kültür evi, müze oldu. Cide’yi çok severdi. Zaten İstanbul’dan sonra oraya gidip yerleşti. Babamı çok göremedim yaşarken. Bunları onun oğlu olarak söylemiyorum. Onlar çok zor dönemler geçirdiler. Babam sadece bir Karadenizli değil, bütün dünyayı yazardı. Karadeniz kadınının cefakarlığını anlatırdı kitaplarında. Dünyada bir savaşta tek korsanlık yapan Cideli Rahime kaptanın öyküsünü, Halime Kaptan adıyla yazmıştı. Babam 12 Eylül’ü 70’Li yaşlarında yaşadı. Her zaman “ silahla devrim olmaz” derdi. Tek derdi pisi pisine ölen çocuklardı. Eğitimsiz bir toplumun kaleleri fethedemeyeceğine inanırdı. Kültür olmadan, değişim , yenilik olmaz.. Babam Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak ölen Asım Bezirci’nin acısına dayanamadı ve onun cenazesi kalkmadan öldü.. Ölmeden önce bana şunu söylemişti. “Firavunlar yıllar önce tabletleri kırdı.. Hitler kütüphaneleri yaktı.. Ancak kimse aydınlarını, yazarlarını bir otele kapatıp, onları canlı canlı yakmadı”.. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun, babamın ölümünden sonra aklımda tek kalan “devrim” kelimesiydi. Babamın yaşamı “Sınıf”la başladı.. Hababam Sınıfı’yla nerelere geldi..

Bugünlerde hasta tutukları, parçalanan aileleri, mesleğinden atılan öğretmenleri hepimiz biliyoruz ve bizzat yaşıyoruz da. Rıfat Ilgaz’ın hayatında yıllar önce bugün yaşanılanları görmemiz mümkün. 
1944’te ocak ayında “Sınıf” adlı şiir kitabı yayınlanan ve kapağı da kırmızı olan Rıfat Ilgaz’ın bu eseri toplatılır. Hasta olmasına rağmen 6 ay hapse atılır. Hapishaneden çıktığında hem öğrenciliğini hem de öğretmenliğini kaybeder. (İLK KHK’lılardan diyebiliriz) Sağlığı bozulur ve Heybeliada Senetoryumu’na yatırılır. 1946’da öğretmenliğe kısa süreliğine dönse de 1947’de bu şansını da tamamen kaybeder, mesleğinden olur ve senetoryuma yatma hakkı da kaybolur. Eşi Rikkat Hanım’dan 1949 yılında ayrılır ve o süreci şöyle anlatır:
“Rikkat Hanım’dan 1949 yılında ayrıldılk Benim yüzümdem işinden olmaması ve çocuklarımızın zarar görmemesi için anlaşarak ayrıldık. Öğretmenlikten çıkarılmıştım, iki de bir kovuşturmaya uğruyordum. Adım komüniste çıkmıştı. İzleniyordum. Yerim yurdum ne olacağım belli değildi. Üstelik verem gibi bulaşıcı bir hastalığım vardı. Bütün bunların eşime de zarar vereceğini, bir gün onun da işinden atılabileceğini düşünüyor, çocuklarım için de kaygılanıyordum. Ayrılmamız bundan oldu.” Ne ilginç değil mi… Her dönem bir etiket buluyoruz ve bizden olmayana yapıştırıyoruz. İrticacı, Fetöcü,Kominist, Hain, vs vs…

Dün etiketlenmiş olup zulüm üzerine zulüm görmüş olup da bugün benzer acılara maruz kalmış olanlara karşı sessiz kalanlar ise zannediyorum tarihimizin en büyük garebeti içindeler. Dün Rıfat Ilgaza yapılanlara üzülenlerin bugün tertemiz bir esnaf olan 81 yaşındaki Yusuf Pekmezciyi görmemesi kadar büyük bir garabet olamaz.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *