Mısır’ın Bağrında Üç Emanet / Alim Sariyye



Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan mavi göklere doğru yükselirken, son kez baktım İstanbul’a. Dönüşü meçhul bir gidişin hüznüyle el salladım son kez. Tam on yedi yıl yaşadığım bu şehirde, bütün anılarım gözümün önünden geçti birer birer. Çocuklarım ve eşimin beni uğurlarken balkondan el sallamaları ve hayalimdeki mütebessim çehreleri siliniverdi bulutların arasında. Pamuk tarlalarını anımsatan, bembeyaz bulutların üzerinde bir yolculuk başladı gurbete doğru. Tarif etmekte zorlandığım bir yalnızlık sardı ruhumu. Acaba bir daha dönebilecek miydim doğduğum, büyüdüğüm, okuduğum, sevdiğim bu topraklara.? Acaba bir kere daha bir semaverin başında dostlarla muhabbet edip demli çaylarımızı yudumlayabilecek miydik?
Zihnimi meşgul eden istifhamları cevaplamak ve ruhumu teskin etmek yine bana düştü. Her ne olursa olsun, her nerede olursak olalım, her birimiz gittiğimiz yerlerde ülkemizin temsilcileri değil miyiz? Bütün manevi ve ahlakî değerlerimizi, hamiyetperverliğimizi, insanımızın dünyanın dört bir yanında eğitim adına ortaya koyduğu civanmertliği, hakperestliği, insanca yaşama ve yaşatma mefkûresini anlatmalı, duygularımızla, davranışlarımızla, beyanlarımızla ortaya koymalı değil miyiz? O halde ne gam, ne keder? Rabbim, gideceğimiz beldeleri bizlere hayırlı kılsın, bizleri de oraların ahalisine hayırlı eylesin ve onlara sevdirsin.
Böyle bir yakarıştan sonra ruhumu tatlı bir huzur kapladı. Sahabe efendilerimiz aklıma geldi birden. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra her biri dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı da geriye dönen olmamıştı. Bir bayrak gibi İslam’ın nurlu çehresini bütün kıtalara taşımışlardı. Bu asrın dertli hatibinin ifade ettiği gibi, bu bayrak gele gele bize kadar gelmiş ve bu emaneti cihanın her bir köşesine ulaştırmak, bizlere bir hedef olarak verilmişti.
Farklı duygu ve düşünceler arasında, yaklaşık iki buçuk saat süren yolculuğumuz, bulutları yararcasına, Kahire’nin yüzyıllar ötesinden siluet gibi yansıyan, enfes tarihî manzaralarını tamâşâ ederek havaalanına indik. Kasım ayında olmamıza rağmen, ılık bir havası vardı buranın.
Bir ev kiralayana kadar, değerli bir hocamızın evinin teras katında kalacaktık. Bu teras, Kahire’deki hatıralarımızın ilk durağı, adeta bir botanik bahçesi gibi, asma çiçekleri, kaktüs, karpuz, nar, mango ve farklı farklı ağaç ve bitkilerden müteşekkil, ahşap kameliyesi, mutfak, kitaplık, banyo-tuvalet ve bir odadan ibaret mütevazı bir mekandı. Bir taraftan yapacağımız işleri planlıyor, bir taraftan da benim gibi kiralık ev arayan bir kaç arkadaş ile birlikte ev arıyoruz. Türkiye’de bıraktığım ailem, buraya gelmek için, benim ev tutup eşyaları yerleştirmemi bekliyorlar. Nihayet inşaatı bitmek üzere olan güzel bir bina bulduk. Diğer arkadaşlarla birlikte birer dairesini kiraladık. Birkaç hafta sonra yeni binamıza geçtik. Zaruri olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi eşyaları, çocukların yataklarını aldık ve bir iki halı sererek oturulacak hale getirdik. Komşularım, daha önce tanıdığım, herbiri kendi alanında oldukça mahir değerli arkadaşlarım idi. Böyle güzide insanlarla aynı binada komşu olunca, ailece gurbeti hissetmedik diyebilirim.
Burada, Türkiye’den ve dünyanın farklı yerlerinden gelmiş çoğunu tanıdığım çok değerli kişiler vardı. Bunlardan biri de rahmetli Ali Bayram Abi idi. Evinin bir iki sokak ötede bize yakın olduğunu öğrenince, eşimle beraber ziyaretine gittik. Sağlık problemlerini hissettirmemeye gayret gösteriyor ve ilk günlerin heyecanıyla unutulmaz hatıralarını gözyaşları eşliğinde, sanki anıları yeniden yaşıyormuşçasına anlatıyordu. Konuşurken gözleri hep uzaklardaydı. Karşımda mücessem bir tarih oturuyordu. Kim bilir bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden ve zihninden neler neler geçiyordu. Kazakistan Almatı’da başlayan gurbet serüveni, orada insanlığa hizmet adına gece gündüz demeden koşturması, verdiği ikramlarla, sofrasında farklı insanları bir araya getirmesi, gurbet ellerde toprağa defnettiği yol arkadaşları, Kazakistanda gençlerin ve çocukların bir baba şefkati gibi onun gölgesine sığınmaları. Devlet idareciler ile diyalogları, cesareti ve sorunları çözmedeki engin mahareti . Hasret köprülerini inşa ederken aktif rolünü en iyi şekilde icra etmesi.
Azerilerin Qara Yanvar dedikleri Sovyet birliklerinin Bakü’ye girerek ikiyüze yakın insanı öldürdükleri “Kara Ocak” katliamından sonra, Ali Bayram abi Zaman Gazetesi aracılığıyla Azerbaycan’a yardım kampanyası organize eder, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisiyle ilgili makalesi sürmanşet olarak yayınlanır ve yüz kamyondan fazla yardım gider. Haydar Aliyev ile diyalogları ve Aliyev’in memnuniyet ve vefa ile mukabelede bulunması.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ilk referans mektubunu Nursultan Nazarbayev’e iletmesi için Ali Bayram abiye teslim etmesi, onun diyalog adına ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Onun, farklı coğrafyalarda eğitim adına ortaya koyduğu hizmetleri inşaallah kitaplar halinde yazılacaktır diye ümit ediyorum.
Ali Bayram abi, adanmışlık ruhuna sahip olma halinin hakkalyakîn mertebesi, önce sebeplere riayet ve sürekli dua ve gözyaşıyla Hakk’a müteveccih haliyle, sağlık problemlerine rağmen, burada da her hayırlı toplantıda hazır bulundu. Sürekli ümit aşıladı, tecrübe ve tavsiyeleriyle yol gösterdi. Her sohbetini dualarla taçlandırdı. Bu zaman zarfında birçok kişi yakınlarını kaybetti. Fakat hiç kimse Türkiye’deki yakınının cenazesine iştirak edemedi. Burada gıyaben cenaze namazları kılındı, hatimler okundu. Tıpkı Kazakistan’da Ali Bayram abinin gölgesine sığınan gençler gibi bizler de, onun gölgesinde hep umut solukladık yıllarca.
Ama birgün bir haber aldık ki Ali Bayram abi ruhunu rahmana teslim etmiş. Hepimiz evinde toplandık, hatimler okumaya başladık derken evin önünde cenaze namazını kıldık. Kahire’de kendisine tahsis edilen yere, memleketinden ve akrabalarından uzak, bir garib olarak defnedildi.
Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Günü geldikçe birçok arkadaş, kimi ailesiyle, kimisi ailesini burada bırakarak daha sonra bir araya gelme ümidiyle, başka ülkelere hicret etmek zorunda kaldı. Bu gidişler, ah bu ayrılıklar.. hele şu masum çocukların gözyaşlarıyla vedalaşmaları.. belki bir daha görüşememe kaygısı.. ah gurbet, sen ne yaman birşeysin.
Ve birgün Enes kardeşimizin vefat haberiyle herkes sarsılır. Enes, ömrünün baharında, gök mavisi gözleriyle gencecik bir küheylan. Henüz el Ezher Üniversitesinde geleceğin ümidi, çalışkan talebelerden. Üzücü bir kaza neticesinde hayatını kaybeder. Ailesi Türkiye’de, onların gelmesi bekleniyor. Bu ne büyük acı. Evlatlarının cansız bedenlerini koklayarak gurbet ellerde toprağa verdiler ve Enes’lerini burada bırakarak mahzun ve kederli olarak geriye döndüler.
Bu ölümler, sahabi efendilerimizin ölümlerine ne kadar da benziyor. Hicret diyarlarında, hiçbir dünyevi menfaat beklemeden, Hakk’ın yüce adını cihanın herbir köşesine ulaştırma gayesiyle, nefesinin yettiği yere kadar koşturmak ve kalb ritmlerinin durduğu yerde küheylanlar gibi yığılıp kalmak. Yoksa siz, “kardeşlerim” diye müjdelenen melekler misiniz?
Yine bir kuşluk vakti uykuyla uyanıklık arasında bir haldeyken, eşim ağlayarak yanıma geldi ve Beyhan Abla.. dedi. Beyhan Abla vefat etmiş. Sanki rüyada duyduğum bir sesleniş gibi geldi bana. Bir an önce oraya gidelim dedi. Alelacele giyindim ve eşimle beraber evlerinine gittik. Dışarıdaki kalabalığı görünce, inanmak istemediğim bu habere inanmaktan başka çarem kalmadı.
Beyhan abla ve eşi Fikret beyi yıllar öncesinden tanıyordum. Istanbul Libadiye’deki evlerinde kaç defa iftar sofrasında bir araya gelmiş, Fikret abinin hatıralarını dinlemiştim. Onun sofrasının letafeti ve düzeniyle misafirlere ne kadar ehemmiyet verdiğini eşime defalarca anlatmışımdır. Yıllar sonra tekrar burada bir araya gelmek nasip oldu.
Burada da evi ve sofrası misafirlerle doldu taştı. Hastalıklarından dolayı sürekli doktor kontrolünde olmasına rağmen, arkadaşlarıyla beraber bütün hayırlı işlerde hep ön önlerde oldu. Eşi ve büyük kızı Kanada’da, oğlu Amerika’da, kendisi ve küçük kızı burada kalmışlardı. Kanada’daki aile birleşim işlemleri bittiğinde ailece Kanada’da buluşacaklardı. Neredeyse üç senedir eşinden ve evlatlarından uzak kalmıştı. Nihayet işlemler bitmiş ve Kanada’ya biletler alınmıştı. Artık gün sayıyorlardı küçük kızıyla beraber. Yıllar sonra kavuşacaklardı. Son gecesinde bayanlar Beyhan ablanın evinde toplanmışlar, çay içip sohbetler yapmışlar. Durumu gayet iyiymiş. Fakat takdîr i İlahî, sabah namazından sonra evladının gözleri önünde ruhunu rahmana teslim eylemiş. O da evlatlarından, eşinden ve akrabalarından uzak, bir garip olarak Rabb’ine kavuştu.
Cuma namazının akabinde, cenaze namazı kılındı. Buradaki bütün dost ve arkadaşların katılımıyla kabristana gidildi. En son mezara indirilirken ablaların kollarında küçük kızını getirdiler ve yıllardır sırdaş, yoldaş arkadaş olduğu annesine son bir defa baktı. Hıçkırıkları yürekleri dağladı. Her ne kadar arkadaşları yanında olsa da yapayalnız kalmıştı. Daha birkaç sene önce kalabalık bir aile iken, şimdi gurbet ellerde tek başına idi. Bir iki hafta sonra ablası geldi ve annelerini burada bırakmak zorunda kalarak, başka bir gurbet diyarına gittiler. Gurbet içinde gurbet, hasret içinde hasret.
Birkaç sene içinde Mısır’ın bağrına üç emanet bıraktık. Onlar melekler gibi tertemiz uçup gittiler. Kısa hayatlarını hayırlar ve güzelliklerle doldurdular. Üçünden de Allah ebeden razı olsun, Cennetiyle mükâfatlandırsın, Firdevsiyle mesrur kılsın..

Alim Sariye
30.09.2021

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *