Bir Buket Viyana (3) / Hasan Çağlayan

Hofburg İmparatorluk Sarayı

Burada her bina tarihi bir değere sahip; ama nihayet şehrin en göz alıcı tarihi noktasına, Hofburg İmparatorluk Sarayı’na gelmiş bulunuyoruz. Bu güzel saray, başta Habsburg’lar olmak üzere Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun birçok önemli aile ve kişisine ev sahipliği yapmış. Her şey ama her şey göz kamaştırıcı bir zenginliği işaret ediyor. Saltanat denilen olgu, burada ete kemiğe bürünmüş, ihtişam diye görünmüş. Bütün yönleriyle birlikte düşününce böyle bir imkâna sahip herhangi bir insan, dünyaya rahatlıkla aldanabilir; ama aldanmıyorsa cenneti hak etmiştir.

İktidarın Cazibesi

İşte, kışlık saray olarak kullanılan bu bina, bugün bile son derece şaşaalı görünüyor. İktidarın eşyaya yansıyan görüntüsü hayli şatafatlı. İnsan, bu görkem içerisinde düşüncelere dalmadan edemiyor. Gönlü maneviyata açık, yüzü ahirete dönük kimseler dışında hiçbir Ademoğlunun karşı koyamayacağı bir gösteriş var burada. Böyle bir imkâna sahip olan biri, konumunu kaybetmek istemeyeceği gibi, bu konuma göz dikenler de az olmaz; olmamış. Bundandır ki, bu güç ve imkâna hükmedenler rahat uyku görmemiş hiçbir zaman.

Bundandır, saray ve entrika iç içe olmuş hep. İşte burada Habsburg hanedanlığının maddi yansıması capcanlı, pırıl pırıl duruyor. Belki milyonları bulan tarihi eser, renk, desen ve şekil itibariyle ziyaretçilerin de gözlerini kamaştırıyor. Gerek tarihi şehirde gerekse sarayın oda ve salonlarında dolaşırken, bugün bu şehri ve bu tarihi mirası yeni baştan inşa etmenin pek çok devletin bütçesini rahatlıkla sarsabileceğini düşünmeden edemiyorum.

Prenses Sisi

Bu müthiş sarayda dolaşırken, soyluların resimleriyle süslü duvarlarda en çok dikkatimi çeken, İmparator Franz Joseph ile eşi  Sisi’nin resimleri oldu. Tarihte de magazin var; ya da bugünkü magazinciler onu bulup çıkarıyorlar. Neredeyse bütün saltanat sahipleri unutulup gittiği halde, genelde şair, yazar, ressam ve müzisyenler hep hatırlanır. Ama bunlar arasında olmadığı halde sanki bir sanatçı popülaritesiyle anılan tarihi şahsiyetler de vardır. İşte, Prenses Sisi de onlardan biri. Açıkçası ben onu ilk kez görüyorum.

Namı diğer “Elizabeth Bavaris” olan soylu prenses, çok genç yaşta evlenince kraliçe ünvanına da kavuşmuş. Erken evlilikten dolayı olabilir, evliliği ve saray hayatını saçma bulmuş. Alışıldık olmayan tutum ve davranışları sebebiyle biraz farklı karşılanmış; ama hem güzelliğiyle hem de halkçı yaklaşımıyla hayli ilgi görmüş ve sevilmiş. Şimdilerde yine en çok ilgi gören figür o diyebilirim. Günümüz Türkiye’sinde Hürrem Sultan’a, İngiltere’de de Lady Diana’ya yaklaşım nasılsa, Viyana’da da ona yaklaşım öyle. Bunda güzelliğin payı çok.

Güzel, Çok Güzel Atlar

Sarayı gezdik bir müddet. Biz de kendi kelebek saltanatımızı yaşadık bir nevi. Graben’e doğru çıkarken atların kokusunu duydum. Meğer yandaki bina ahırmış. Dışarıya çıkınca faytonlara koşulmuş atlarla karşılaştık. Çok güzel ve çok gösterişli atlar bunlar. Hâlbuki Selçuklu ve Osmanlı tarihi ta Saka’lardan (İskitler) beri dünyanın en güzel atlarıyla meşhurdur. Hatta ve hatta benim köyümde, yani Turgutoğulları’nın merkezi Turgut’ta, uzun yıllar boyunca Osmanlı atları yetiştirilmiş. Bu işi yapan kimselere de “Atçekenler” denilmiş. Ama şimdiki nesil, tarih ve geleneğinden öyle bir kopmuş ki ecdadımız başka bir millet gibi görünüyor bugün.

Biz çocukken annem ve babam, köyümüzde “öğrek” denilen at sürülerinin olduğundan bahsederdi. Hatta düğünlerde ödüllü at yarışları bile yapılırmış. Babam, dedemin atları olduğunu da söylerdi. Kışın kurtların bir atı hangi yöntemlerle yiyebildiğini anlatırdı. At hayatın vazgeçilmez bir parçasıymış o zaman. Sonradan arabaya koşulan atlar gördümse de  ne “öğrek” kaldı bugün ne de o eski dünya. Herkes, özellikle geçim ve gelecek kaygısından dolayı şehirlere çekip gitti. Kalan ihtiyarlar da göçüp gidince ocaklar hepten sönmüş olacak. Peki ama, Karacaoğlan edasıyla soracak olursak, “At yiğidin öz kardaşı”mıdır hâlâ? Eğer bir yerde at besleniyorsa ‘evet.’

Şehrin En Cazip Caddesi

Şehrin en kalabalık caddelerinden Graben’e çıkınca insan yoğunluğu içinde bulduk kendimizi. Binalar, heykeller ve Katedral müthiş. Faytonlara binmiş çiftler ve gruplar keyif içinde. Öyle sanıyorum, buraya gelip de böylesi birkaç aktiviteye katılan kimseler geçici de olsa bir saltanat yaşamış oluyorlar. Krallığın bir günü bile krallık olduğu gibi, saadetin bir günü de saadettir işte. Şayet bir on yıl önce gelmiş olsaydım, herhalde sevinçten ve mutluluktan ayağım yere değmezdi.

Özellikle birinci Viyana ve “Ring”in içinde kalan tarihi yerler çok güzel. Buralar şehrin de kalbi aynı zamanda. Son derece özenli ve sanatlı binalar, sokak ve parklar gerçekten nefis. Etraf, bir açık hava müzesi gibi. Tarihi dokunun bu derece zarafetle korunduğu bir şehir dünyada yoktur. Evet, onca yağmaya rağmen İstanbul’un güzelliği bir başka olsa da durum bu. Saint Petersburg, Budapeşte, Londra nasıldır, bilmiyorum.

Veba Anıtı

Graben’de dikkatimi çeken en önemli şey “Veba Anıtı” oldu diyebilirim. Üç yüz küsür senedir burada olmasına rağmen yeni bir eser sandım ben. Meğerki Habsburg krallarından I. Leopold yaptırmış bunu. Kendisi Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınının bitmesi halinde böyle bir anıt yaptırmaya yemin etmiş. Muradı gerçekleşince de emir buyurmuş. Ama öyle kolayca bitmemiş. Yapımı yıllarca sürdüğü için birçok mimarın eli değmiş. Dikkat ettim de, bu anıtta yer alan melek ve insan figürleri de antik Yunan’ı hatırlatıyor. Gerek Avrupa’da gerekse dünyada, inancın bir parçası haline getirilen suretçiliğin eski pagan dönemlerine uzanan bir anlamı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tahlile ve üzerinde düşünülmeye  muhtaç bir konu bu.

Aziz Stephan Katedrali

Şehirde çok sayıda büyük kilise gördüm ve şaşırdım. Hâlbuki Köln ve Frankfurt da dahil, gördüğüm bütün Alman şehirlerinde ekseriyetle bir tek büyük kilise bulunur. Belki başkent olduğu içindir, bu şehirde pek çok kilise gerçekten büyük boyutlarda inşa edilmiş. Breitenfeld Kilisesi, Votiv Kilisesi, ST. Peter Kilisesi ve Aziz Stephan Katedrali özellikle dikkat çekici. Bu devasa kiliselerin her birine “Katedral: Dom” denildiğini zannediyordum; ama bu, sadece Katolik kiliseleri için geçerli bir kavrammış.

Aziz Stephan Katedrali dıştan bile dikkat çekici görünüyor. Her gotik mimaride olduğu gibi bunda da aşırı bir süsleme ve işçilik yapılmış. Sanki bir kuyumcu ya da telkari ustasının elinden çıkmış da vitrine konulacakmış gibi. Allah’tan içini görme tercihinde bulunmuşum. Alışıldık kilise iç mimarisiyle kıyaslanmayacak derecede süsleme, kabartma ve heykel bulunuyor burada. Bir binada içte ve dışta bu kadar incelik, sanat ve debdebe olamaz dedirtecek cinsten. Öyle ince çalışılmış ki bir mabedden ziyade sanat evini andırıyor. Acaba diyorum, içinde ibadet edenlerde manevi bir his uyandırır mı bu yapı; buraya gelen Hıristiyanlar ne düşünür ve ne hissederler, gerçekten merak ediyorum.

Hazin Bir Kare

Katedralden çıkınca hemen yakındaki bir kafeye doğru yürümeye başladık. Niyazi Bey, kilisenin köşesindeki heykeli gösterdi. Osmanlı askerini ve sancağını ayakları altına almış bir heykeldi bu. Üzerinde güneş figürü,  yanında  Hıristiyanlığın sembolü bir bayrak. Elimde değil, bana dokunuyor böyle şeyler. II. Viyana olayı nasıl bir coşku oluşturduysa artık bugün bile capcanlı. O zaman buraya büyük bir çan kulesi de yapılmış. Osmanlı’dan kalma toplar ve silahlar eritilip “Pummerin” adı verilen devasa bronz bir çan döktürülmüş. Kuşatmayı kırmanın nişanesi olarak bu kuleye asılmış. Reklamın kötüsü olmaz; Türklüğün tarihi çağrışımı yüzyıllar boyu canlı kalmış ama.

Tarihte Papa III. Calixtus’un emriyle ta 1456 Belgrad Kuşatması’ndan beri bütün Avrupa kiliselerinde “Türk çanı” çalındığını yeni öğrendim. Burada, yani Aziz Stephan Katedrali’nde, Akıncıların yaklaştığını haber vermek için bir memuriyet  oluşturulmuş (1534.) Görevli kişi, tehlike anında çan çalmakla vazifeliymiş. İlginçtir, bu vazife ancak 1956’da Viyana Belediye meclisince “Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmamıştır; dolayısıyla bu görev lüzumlu değildir,” denilerek kaldırılmış. Geçmiş, özellikle tarih vasıtasıyla bugün de yaşatılıyor; ama günümüzde farklı bir dil ve üsluba, barışçıl bir yaklaşıma ihtiyaç var.

Meydanda Bir Çıban

Şunu söylemeden geçemeyeceğim, bu güzelim tarihi şehirde dolaşırken şehrin en merkezi yeri olan “Stock im Eisen Platz”da bulunan “Haas Evi”ni çok yadırgadım. Bu modern bina, tarihi Viyana’nın tam ortasında şark çıbanı gibi sırıtıyor. Başka bir noktada olsa çok şık ve zarif olabilecek bu yapı, sanki büyük bir rüşvetle ya da siyasi bir güç ile buraya kondurulmuş gibi. Nasıl desem, güzel bir insan yüzünün ortasına altın veya elmastan burun konulmuş gibi. Yetkili biri olsam komşu binasıyla birlikte derhâl kaldırtırım.

Hasan Çağlayan

Haziran 2024 Assenheim Oberhessen

Leave a Reply