Soğuk bir kış günü, aylardan Kasım, yıl bilmem kaç? Balkanların soğuğu olanca şiddetiyle geldi
çattı kapıya. Bu ülkede yağmaz denilen kar, dün akşam parça parça atıştırdı. Allah’tan geldi geçti. Yerler
kar tutmasa da ayazı gelip çöktü sokaklara…
Sabah ezanıyla birlikte, hava aydınlanmadan yollara döküldük. Olmayan kaşkollarımızı ve
eldivenlerimizi haliyle giyemedik. Çünkü yoktular! Ama depodan aldığımız kazak ve hırkaları üst üste
geçirdik. Ev arkadaşlarım da benimle birlikte sürükleniyorlar. Böyle bir günde seni yalnız bırakamayız
dediler. Bence de tarihe tanıklık etmeliler(!) Yıllar sonra çekilecek bir belgeselde dördümüz bir araya
gelip, bugünü anlatmalıyız.
İETT durağında beklerken, ufak egzersizlere başladık. Sabit durursak donabiliriz. Affedersiniz, az
önce İETT’mi dedim, tamamen ağız alışkanlığı… Otobüs geliyor ve biz biniyoruz. Meydanda inip metro
ile devam edeceğiz. Navigasyon açık. Sanırım üç aktarma ve biraz da yürüyüşle istikamete varmış
olacağız. Nereye mi gidiyoruz? Atina Adliyesine!
Tutuksuz yargılanıyorum. Duruşmam saat 9.00’da. Uydurduğumu düşünüyor olabilirsiniz! Bu
hikaye kurgu değil, oldukça gerçek. Bizzat ben yaşadım, başkahramanı benim! Bu üçüncü duruşmam.
Yunanca yargılanacağım için bir tercümana ihtiyacım var ve bunu mahkemenin ataması gerekiyor.
Mahkeme bir türlü tercüman atayamadığından, sürekli bir sonraki tarihe erteleniyor. Gergin bekleyiş
böylece sürüp gidiyor. Hiç bilmediğim bir ülkede, neler yaşayacağımı zaten bilemezken, şimdi bir de
mahkeme bilinmeziyle karşı karşıyayım!
Duruşma salonunun önündeyiz, vaktinden önce geldik. Biraz bekleyip, içeriye geçiyoruz. Bu
salona ilk getirildiğimde sağ elimde bir kelepçe vardı. Neden mi sadece tek elimde? Çünkü sağımdaki,
17-18 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir gencin, sol eline kelepçeliydim. Polis aracına bindirilmek
üzere cezaevinde bekletilirken, olmayan İngilizcemle birkaç kelime konuşmuş, oğlum yaşında olan bu
çocuğun Arnavutluk’tan geldiğini öğrenmiştim. Benimle aynı kaderi paylaşıyordu. Mültecilerin
yargılandığı duruşma salonuna götürülürken, polis arabasının içinde birbirimize kelepçeliydik. Eminim ki
o an ikimizde, normal bir hayat yaşarken bu noktaya nasıl geldiğimizi sorguluyorduk. Salonda bir süre
bekledikten sonra, polisin biri gelip kelepçelerimizi çözdü. Çok şükür, sonunda biri bunu akıl
edebilmişti. Bu kadar polisin içinde ve adliyede nereye kaçabilirdik ki? Ama o da ne? Polisin elinde bir
tane daha kelepçe vardı ve bizi ayrı ayrı tekrar kelepçeledi. O duruşmadan sonra o çocuğu bir daha
görmedim.
Bugün bu binaya üçüncü gelişimiz, salon hınca hınç mülteci, polis ve avukatla dolu. İsmi okunanı
kürsüye çağırıp, fısır fısır bir şeyler sorup, 10 dakika içinde gönderiyorlar. Kurbanlık koyun gibi sıranın
bana gelmesini bekliyorum. İsmim okunuyor, kürsüye çıkıyorum. Yok canım, daha neler? İncil mi o? Bu
sadece filmlerde olmuyor muydu? İçimden “Hadi Kur’an-ı Kerim bulup getirinde göreyim sizi” diyorum.
Bence bugün duruşmada çok farklı şeyler oluyor. O da nesi? Yollarına güller döktüğümüz, canım
tercümanım gelmiş! “Müslüman’ım ben İncil üzerine yemin etmem” diyorum. O zaman kendi kutsalların
üzerine doğruyu söyleyeceğine yemin et diyorlar. Yemin töreni bitiyor ama alkışlayan yok(!)
Savcı mütalaasına başlıyor. Savcının kükremesiyle bütün salon susup bizi dinliyor. Dilinden
anlamasam da gittikçe yükselen ses tonundan çıkardığım sonuç; “Yunan hapishanelerinde çürüyeceğim
ve temiz çamaşır getirenim olmayacak!”
Ne söylüyor, neler oluyor anlamasam da adeta, savcının yüzüne yansıtılan dev bir ekranda, demir
parmaklıklar ardında nasıl yaşlandığımı, kare kare görebiliyorum. Bu zaman zarfında Grekçeyi aradan
çıkartırım herhalde diye düşünmeden de edemiyorum. Elimden geldiğince, boş bırakmadan, tüm sorulara
cevap verdim. Savcının siniri bir türlü geçmek bilmedi. Avukatımın itiraz ediyorum demesiyle, salon
biranda buz kesiyor. Yunanca bilmiyorum, eminim ki itiraz ediyorum demiştir. Nihayetinde o kadar film
seyretmişliğimiz var. Duruşma gittikçe uzuyor. Bir saatten fazla sürmüş, öyle dediler. Bana sorsanız
ömrümün yarısını aldı götürdü! Avukatımın müdahale etme sebebi, tercümanın hem bana, hem savcıya,
kasıtlı olarak eksik tercüme yapmasıymış. Avukat Türkçe bilmediği için, bunu anlamasına tabii ki imkan
yok. Ama salonda bir tane yiğit Türk var ki, Yunanca biliyor ve avukatıma bir not iletiyor. Allah ebeden
razı olsun. Böylelikle aleyhime işleyen dava, önce Allah’ın izni, sonra avukatımın amansız savunmasıyla
biranda yön değiştiriyor. Aynı suçu işlememek kaydıyla , para cezasına çarptırılıyor ve serbest
bırakılıyorum.
Ceza bedeli olan Euroları bayılıp, mahkeme salonundan ayrılıyorum. Bahçeye indiğimizde ayaz
yüzümüzü kavururken, dördümüzün de gözlerinin içi gülüyor ve dudaklarımızdan benzer cümleler
dökülüveriyor;
“Allah’ım sen mazlum, mağdur, mahpus, tüm kardeşlerimizi, tez zamanda kurtar.” AMİN.
Yasemin TATLISEVEN