Biri çocukluk mu dedi?
Nedendir bilinmez ama her insanda ortak olan geçmişe ait bir özlem bulunmaktadır ve bu özlem genelde çocukluk dönemine aittir. Bu yazar da kendi çocukluk dönemini yazarak, içinde yaşadığı modern dünyanın o günleri ile mukayese edilmesini ve gerçekten özlemeye değer olup olmadığını siz okuyucularına sormak istiyor.
Tek katlı ve bahçeli, balkonunda saksı yerine kova, deterjan veya yağ tenekelerine dikilmiş rengarenk çiçekler olan, balkona sıra sıra serilen çamaşırların güneşte ve hafif rüzgârda kurutulduğu, basma veya pazenden dikilmiş elbise ve etek giyen kadınların komşu kadınlarla samimi diyaloglar kurduğu, sokaklarda futbol, yakan top, istop, bilye, uzuneşek oynandığı, akşam babaların eve dönüş saatlerinde gün içerisindeki tüm canlılığını kaybetmiş mahalle hayatının olduğu yıllardan bahsediyorum. Az daha devam edeyim isterseniz. Kimsenin birbiri ile yarış halinde olmadığı, evde biten un veya şekerin eldeki bir kap ile komşudan rahatça istendiği, evde pişen yemeğin sıra ile komşularla paylaşıldığı, yufka ekmek yapımında seher vakti tüm komşuların toplandığı, fakir zengin ayrımı olmadan bütün mahallenin güzel bir birliktelik içinde yaşadığı günlerden bahsediyorum.
Tutmayın beni devam ediyorum.
Hiçbir sorumluluğumuzun olmadığı çocuk günlerimizde mahalle arkadaşlarımız ile akşamın kızıltısı çökmeye başladığında pencere veya balkondan isimlerimiz çağrılıncaya kadar özgürce oynadığımız, susadığımızda hiçbir çekince olmadan herhangi bir komşudan rahatlıkla su isteyebildiğimiz mahalle hayatımız…
“Eti senin, kemiği benim hocam, çocuğum size emanet” diye teslim edildiğimiz okulda bizim adımıza tek beklenti, derslerimizin iyi olması ve saygılı bir öğrenci olmamızdı. Mahalle oyunlarının havası okulda da devam eder, teneffüs aralarında erkekler hızla top oynamaya koşarken kızlar da bir kenarda seksek oynamaya çekilirlerdi. Ders zili çaldığında sınıflara koşar, sınıf başkanının “Dikkat!” demesi ile tüm öğrenciler birden ayağa kalkar, öğretmenin içeriye girip “Otur!” işareti veya sözünden sonra koca sınıfa bir sessizlik çökerdi. Okul çıkışında aynı mahallede oturanlar birbirlerini bekler, sonra da hep birlikte evlerin yolları arşınlanırdı.
Annelerimizin ev işleri konusunda bizden çok beklentisi olmazdı o yıllarda. Elimize tutuşturulan ihtiyaç listesindeki tüm malzemeleri bakkaldan aldıysak şayet, günlük vazife tamamlanmış olurdu. Akşam evin babası gelince kurulan yer sofrasında yemekler yenir, tek tabağa daldırılan kaşıklar bazen birbirine çarpar, karşılıklı gülüşmeler ile sofrada bir şenlik havası olurdu. Yemekten sonra hele de mevsim kış ise soba üzerinde demlenen çay; aniden çat kapı geliveren komşularla bazen sade bazen de yanında petibör bisküvi ve lokum eşliğinde muhabbetin dibine vurularak içilir, arkasından ikram edilen meyveler de misafirlik süresinin sona ermek üzere olduğunun işareti sayılırdı.
Uyku saati geldiğinde dallı güllü basmalardan dikili döşek yere serilir, etamin veya kanaviçe işlemeli saten başlıklı yastıklar sıra ile dizilir, her çocuk döşek üzerinde takla atmadan yorganlar örtülmezdi. Genellikle eşlerinin diktiği çizgili mavi pijamaları giyen babalar, gece lambalarını yakıp, perde arkasından sokağa şöyle bir göz atarak diğer komşuların sarı, mavi, kırmızı, mor gece lambalarının yanıp yanmadığını kontrol ettikten sonra “Sabah ola hayrola” diyerek günü bitirirler, gün ağarıncaya kadar sürecek dinlenme ve sessizlik zamanını başlatırlardı.
Daha yazacak çok güzel anılar var lakin yazarın kelimeleri sınırlı. Bu kadarı bile modern dünyada hiçbir şeyin tadı kalmamış dedirttiyse ne ala.
Şimdi gelelim can alıcı soruyu okuyucuya sormaya. Sizce bu yazar geçmişine özlem duymakta haklı mı, ne dersiniz?
FRİDA
Hatıralarım sahile vurdu, onları toplamak vakti…
Frida hanım kaleminize sağlık.
Seslendirme yapan arkadaş yazınızı en az 3-5 okusa iyi olur, sanki ilk defa okuyor gibi hissettim.
Devamını bekliyoruz. ✌🏻🌸