İbn Arabi’de Güneş Metaforu / Senem Gül

         Şeyh İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd nazariyesi, esmâ-i ilâhiyyenin âlemdeki tecellisine dayanır; fakat bu tecellînin zuhura gelmesi için bir kaynağa, bir ayna yahut bir kevnî sahneye ihtiyacı vardır. İşte güneş bu ilâhî menbânın sembolüdür. Kenz-i Mahfi’ de gizlenen o en derin sır, güneşin ışığının gece karanlığına sızışı gibi, letafetten kesafete doğru nazikçe süzülür. Güneş, nasıl ki ışığını dağıtmakla varlığı görünür kılarsa, esmâ-i ilâhi de letafet âleminden kesâfet perdesine süzülerek vücûd elbisesine bürünür. Böylece her şey O’nun bir isminin yankısı, bir tecellî parıltısı olur. Varlık, hakikatin nurundan doğan bir gölgeye dönüşür; güneşin sonsuz ışığı karşısında, her zerre bir sırra, her nefes bir ilhama muhatap olur.

         Mevlâna Mesnevi’de bu derin hakikati şöyle dile getirir:

     “Güneş doğmadan ne gece olur ne gündüz; hakikate erişmeden ne dünya olur ne ahiret.”[1]

Güneşin varlık sahnesinde tecellî etmediği tek bir an yoktur; O, bütün kâinata nurunu ve hikmet ışıklarını yayar. İşte bu ilahi parlaklık sayesinde tüm varlık alemi, melekler, yıldızlar, ruhlar, zerreler…Her şey hakikatin ulvî suretlerine bürünür. İdris Peygamber’in güneş feleği tahtına yüceltilmesi de bu mukaddes hikmetle sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü güneş, sadece ışığın değil, aynı zamanda hikmetin de ezelî ve ebedî sembolüdür. Onun nuruna bakan biçareler, yolunu kaybetmiş gönüller, kararmış kalpler için bir pusuladır. Beşeriyetten Ademiyete açılan o kutsal kapının gizemli aynasının parlak cilasıdır. O cilâ öyle ince sırlarla dokunmuştur ki, bâtını alır, zuhura taşır; Hallâc-ı Mansûr gibi, insan benlik denizinde yokluğa savrulur. Lâkin o kesif karanlıkta, nur-i ilâhî bir el gibi uzanır, himmet eder ve fâniyi özüne doğru çeker. O anda derya susar, kalp konuşur. İşte orasıdır ‘A’lâ-yı İlliyyîn’—kâmil insanın durduğu seyr-i mukaddesin en yüksek menzili.

Güneş bir mürşide benzer. Mevlâna bu benzetmeyi “Ey Güneş gibi parlayan mürşidim, sen doğunca karanlık kaçtı, kalbim nurlandı.” mısrasıyla ifade eder. Öyle bir mürşiddir ki Hakk’ın marifetine ilim ve hikmetin ışıklarını vesile yapar, ışığın karanlığı izale ettiği gibi cehaletin kör karanlığını ilmin ziyasıyla aydınlatır.

Bu makamda, Şems-i Hakîkat olan Allahu Teâlâ, kulunun zahir ve bâtınını öyle sırlarla donatır ki, artık o kul Hakk’ın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur. Artık o kul değil; o, Hakk ’ta yok olmuş bir varlıktır. Hakk’ın nûruyla bakar, işitir ve Hakk’ın lisanıyla konuşur. “Ben kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…”[2]

‘’Hiçliğin ötesinde sadece bir Nur vardı.

Ne zaman ne mekân ne doğu ne batı…

Sadece tek bir kelime yankılanırdı o sonsuz sükûnette:

“Kün!” — Ol.”

İşte bu kelimeydi doğuran ruhun tohumunu.

Ki o tohum, bir “letâfet ırmağında” yıkandı.

Ve bırakıldı kesâfetin bağrına

Kendini tanımıyordu; çünkü daha aynaya bakmamıştı.

Ve bir Yüce Ses ona nida etti:

“Ey Ruh! Şimdi senin sırların, bir cesette yankı bulacak.

Letâfetin, kesâfetle yüzleşecek.”

Ruh ürperdi. “Ama ben nurum…

Benim inişim karanlığa düşmek olmaz mı?”

Oysa ki cevap,

“Hayır, senin inişin, nurun toprağa aşkıdır’’ olacaktı.

Sen düşmeyeceksin; indirileceksin.

Çünkü toprağa inen her nur, gökyüzünü taşır içinde.

Ve böylece Ruh, ilk defa bir surete girdi.

Topraktan yapılmış bir kalıba.

Çamur, su ve nefes…

İlk nefesini aldığında, Ruh her şeyi hatırladı:

Esma’nın melodisini, levh-i mahfuzun kıvrımlarını…

Ama beden ağırdı.

Beden, ruhu taşıyamadığında, insan öfkeleniyordu.

Ruh, bedeni anlamadığında, insan unutuyordu.

Ama her sabah, kalpte bir titreşim olurdu:

“Sen daha latif bir yerden geldin…’’

Her secde, latifin kesife dönüşmesindeki özlem
Her gözyaşı, letâfetin toprakla konuşmasıdır sanki

Ve sonra Ruh, şöyle dedi:

Ben bu kesâfet deryasına kaybolmak için değil,
Özümdeki letafeti bulmaya geldim.
Maddede mânâyı kucaklamak için.
Elimi uzatınca dokunan da ben değilim.

       Bediüzzaman Said Nursî, tıpkı Mevlânâ ve İbn Arabî gibi, güneşi varlık âleminin nuru, hakikatin zuhur perdesi olarak görür. [3]

  “Güneşin zâtı arşta oturur, ama aynalarda cilvesi vardır. Allah’ın da zâtı semâvîdir, ama esmaları mahlûkattadır.”

          Güneşin iki veçhesi vardır: Biri nurun perdesidir, diğeri ise nurun aslına açılan sır kapısı. Cebrail’in “Bir adım daha atarsam yanarım” dediği menzildir o; insan-ı kâmil ise işte tam orada seyr ü sefer eyler. Zahirinde rahmet taşır, mahiyetinde hayatı besler; Lâkin gözlerini pervasızca ona dikenler, şemsin şualarının kör edici parıltısında mahvolur. Nice arifler o altın dağın doruğunda yakut ararken, güneşin bakışında donup kalmışlardır. Nûru, hakikat zannetmiş; nûrun ardındaki Sirâc-ı Münîr’i görememişlerdir. Oysa güneş, yalnızca bir işarettir, bir harf kadar sessiz ve bir levha kadar gösterişli. Kenz-i Mahfî’ye giden yolda ne bir son durak ne de bir nihai mânâdır; yalnızca gölgesiyle konuşan nûrun kendisidir.

          Güneş, ezelî tecellîlerin menbâı, nurların sonsuz ufkudur. Zâtı, perde-i gaybın ardında mahfuzdur; ancak onun nuru, zamanın ince damarlarına sızar, mekânın bağrına siner, damlalar gibi gönüllere, zerrelere, mevcudatın en gizli köşelerine kadar işler. Bu ilahî nefha, âlemin dokusuna işlenmiş bir sır gibidir; görünerek gizlenir, gizlenerek görünür.

           Deryadaki her bir katre, içinde sakladığı Güneş’in nuruyla bir kevn-i latife dönüşür. Bazı katreler vardır ki billûr gibi parlar, içlerinde Esmâ’nın cilveleri şavkır. Bazılarıysa, benlik pasından arınmış bir ayna gibi vuslata hazırlanır. Kimileri taşıdığı nurdan habersizce hayata akarken; kimileri içinde sakladığı Güneş’e yönelir, orada kendini unutur ve “fenâ fillâh” ın derinliğinde erir. İşte burasıdır aşkın hakikate dönüştüğü en ince çizgi: Varlığın içinde yok olmak, yokluğun içinde varlığa ermek. Bu sır ne sadece aklın terazisiyle ölçülür ne de kelimenin kalıplarına sığar. Bu, kalbin ilhamla sezdiği, ruhun derinliklerinde yankılanan ilahî bir çağrıdır. İbn Arabî’de bu ilahi çağrıyı derinden hissedenlerdendir. Ona göre Güneş hem Zât’ın hakikatini örten hem de onunla varlığı vücuda getiren bir semboldür. Tecellî, Güneş’in ışığı gibi her yeri sarar ama Zât, hep bir sır olarak kalır. Güneş, bir aynada cilve verir ama aynaya sığmaz. Her şeyde O’nun bir iz düşümü vardır ama hiçbir şey O değildir.

          İbn Arabî için harfler, varlığın suskun ama hikmetle dolu dilidir. Kur’an’da “güneş”e dair söylenen her kelime de zâhirin ışığında bâtının sesini fısıldar. “Şems” kelimesi ise başlı başına bir sırdır; harfleriyle bize semâî hakikatlerin eşiğini aralayan, görene hikmet, duyana vuslat sunan. Şîn, üç noktasında taşıdığı kudsî nurla tecellî eden hakikatin zuhurudur. Bu üç nokta: İlâhî nur, ruhun nefhası ve kelâmın ezelî sesidir. Sîn ise aynı sûrette yaratılmış, ama noktasızlığıyla sükûta gömülmüş mahfî hakikatin sessizbir sırrıdır. Tecellî etmemiş, henüz perdenin ardında duran nûrun henüz “kün” emrini işitmediği, bâtının derûnunda gizlenen bir sır. Bu iki harfin ortasında vakarla duran Mîm ise, bir kemal merkezidir. Sîn ve Şîn’i birbirine bağlar. O, vasıta değil, vuslattır. Zahiri bâtına bağlayan bir nur köprüsüdür, Muhammedî hakikatin harf sûretindeki tecellisidir, âlemlerin özüdür. Başını önüne eğmiş, zâtının hakikatine ermiş bir kulluğun ve fakrın nişanesidir.

         “Şems” böylece, görünürle görünmeyeni birleştiren, harflerin sırrında kâinatın haritasını taşıyan bir kelime olur. Ve bu kelimede saklı olan, insan-ı kâmil’in nefsi mardiyye makamıdır. Yani rabbiyle razılaşmış nefis… O’ndan razı, O’na razı bir nefis…

         Mantıku’t Tayr’da anlatılan kuşların Kaf dağına yaptıkları gibi bir yolculuktur insanın hakikat yolculuğu. Bu yolculuk, ne yalnızca mekânlara ne de zamana aittir; bilâkis kalbin menziline, ruhun derinliklerine yapılan bir seyr-i sülûktur. Şems ise bu yolda hem kılavuz hem de içinde hakikatin dilini fısıldayan semâî bir sırdır. Onun parıltıları bir yandan bu yolun yolcularını kavurucu sıcaklığı ile yakarken, kendine sabır ve tefekkürü siper yapmışlara serin nefhalar üfleyecektir tıpkı İbrahim’e ateşin serin ve selametli olması gibi. Kaf dağının ardındaki padişaha, hakikatin mutlak tezahürüne ulaşabilenler de işte bu kutlu gönül erleri olacaktır.

[1] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Ma‘nevî, I. Cilt, beyit 12

[1] Buhârî, Sahîh, Hadis No: 6502; Kitâbu’r-Rikak, Bâb: 38.

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz, Hatime,s.86

SENEM GÜL


 

 

 

Bir yanıt yazın