Nisan yağmurları bereketli gelmişti bu sene. Feride, elinde kitabı olduğu halde
pencerenin dibindeki sedirde bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru izliyordu. Reşat
Nuri’nin “Çalıkuşu” romanından esinlenerek koymuştu babası Feride’nin adını. Gerçekten de
çalıkuşu gibi cıvıl cıvıl, neşeli, hareketli bir kızcağızdı. O da ağaç tepelerinden inmezdi.
Aslına bakılırsa yüksek yerleri kollardı hep. Daralıp dünyaya sığamayışından. Yükseklerden
bakınca dünya küçülüp denî olurdu çünkü. Tabi dertler de…
İçinde bir ağlayışı susmanın hüznüyle “Ne mutlu gürül gürül ağlayan göklere” dedi.
İçinin yağmurlarında da ıslanır mıydı insan? O ıslanıyordu galiba. Sırılsıklam olmuştu yüreği.
Belki de bu yüzden yeşildi gözleri. İçi nisan yağmurlarıyla sulanınca dışı bahar bahçe gibi
çiçekli oluyordu insanın.
Pencereye sıralanmış vita kutularına diktiği çiçeklere takıldı gözü. Rengârenk
karanfiller dikmişti kutulara. Annesi de karanfil dikerdi. Tabi o karanfili vita kutularına değil
de, vita yağı ile yaptığı Kırkağaç şekerlemelerine dikerdi. Hepsini bitirmesinler, misafirlere de
kalsın diye de emaye bir tencereye koyup sergenin en üst rafına kaldırırdı. Boyca küçük,
strateji kurma hususunda büyük Feride; şekerlemelere ulaşmak için önce kardeşini tezgâha
çıkarır ardından da bir tabure yardımıyla kendisi çıkardı. Sonra kardeşini kucağına alır en üst
raftaki şekerleme tenceresine ulaşırdı. Tesanüdün böylesi… Ne var ki her defasında piti kare
örtülerden birisi yere düşerdi. Artlarında bıraktıkları delil annelerine yakalanmalarını
geciktirmezdi. Ama olsun mücadele ile kazanılmış şekerlemenin tadı ve keyfi hiçbir yerde
yoktu.
Sevdiği şeyler hep bir mücadele ve bedele mi tabiydi? Bedelini ağır ödediği
sevdalarını düşündü. Değenleri ve değmeyenleri… Değmeyenleri zaten hayatından çıkarmıştı.
Değenler için de her şeye değerdi. Değil mi ki sonsuzluk vardı. Değil mi ki “ Allah onlardan
razı, onlar Allah’tan razı.” hitamına mazhar olmak vardı. Değerdi. Zaten bu dünyada mutlak
mutluluk olmadığı gibi mutlak acı da yoktu. Büsbütün karanlıkta bırakmazdı Allah. Zifiri
değildi geceler, yıldızları serpiştirip gökyüzüne, ayı kandil gibi asardı. Gündüz gün ışığında
bile mümkün olamayan nice imkânsızları gece rüyalarında mümkün kılar, rüyalarla
aydınlatırdı uykuları.
Rüyalar demişken Medrese-i Yusufiye’de minik yavrusuyla kaldığı günler geldi
aklına. İki aylıktı bebeği. İki küçük evladı daha vardı üstelik. Ardında, perişan bir halde yaşlı
büyükkanelerine bırakmıştı onları. Öyle yanıyordu ki yüreği, üzüntüsünden sütü kesilmişti.
Aylarca mama ve bez vermediler minik mavişine. Hadi çöp poşetlerinin üzerine fanilasını
koyup altını sarıyordu bebeğinin. Lakin açtı yavrucak. Sabahlara kadar bebeğin ağlama sesini
duyan koğuştakiler, çaresizce yürekleri sızlayarak sadece ve sadece dualar edebildi. Zaten
herkeste en yoğun hissedilen duyguydu “çaresizlik”…
Neydi çaresizlik? Çölde İsmail’ine su aramak için koşturan Hacer kadar bile hareket
edememekti. Açlıktan ağlayan bebeğine bir yudum süt veremediğin halde Rabbinin onu
meleklere beslettiği tesellisiyle sızıp uyumasını beklemekti. Sebeplerin sükût etmesiydi.
Ardında bıraktığın evlatlarını Allah’a emanet etmekti. İnsanlık elbisesinden soyunan varlıkları
ise Allah’a havale etmekti. Çaresizlik teslimiyetti aslında. O teslimiyetle sükûna eriyordu
insan. Ve o teslimiyet sonrası geliyordu İsmail’in ayakları altına zemzem.
Hasretle yüreği yanıp, kalbi sıkıştığında Rabbisi kıyamazdı Çalıkuşu Feridesine. Öyle
ki kendini, yakaza halinde özlediği evlatlarının yanı başında buluverirdi çok defalar. Öper,
koklar, sıcacık sarılırdı yavrularına. Bir nebze sekinet bulurdu yüreciği. Bazen de rüyalarında
mavi bir kuş olur uçar, dünyada hiç kimsenin göremeyeceği güzellikteki cennetvari
mekânlarda gezinirdi. Mavi kuşun aklına koşmak gelir mi uçmak varken? Gelmezdi…
“Celalinde Cemâlini yaşamak ne güzel Allah’ım!” dedi. Kapılar kapandığı halde
cennet temaşalı pencerelerin açılıvermesi… O sırada büyük bir şimşek çaktı gök gürültüsüyle
birlikte. Bir salavat getirip “Ah!” dedi derinden, çok derinden… “Açıver ferah kapılarını tüm
masumlara!” Çiçeklere baktı bir daha. İçerde de çiçek yetiştirmişti. Yüzüne tatlı bir tebessüm
oturdu. Mor lahanayı suya koyup çiçek açtırmıştı. Sonra da ‘devletin verdiği malzemeyi
amacı dışında kullan’dığı için tutanak tutmuşlardı. Hey gidi hey!
Kıvırcık saçlı ressam Bob Ross ne güzel derdi: “Işığa sahip olmak için karanlığa sahip
olmalıyım. Zıt şeylere sahip olmalısınız. Karanlık ve ışık. Işık ve karanlık.”
Karanfilleri kokladı. Ama öylesine değil, ciğerleri bu rayiha ile dopdolu olana kadar.
Yokluğunu yaşadığı şeylerin varlığı çok daha kıymetliydi artık. Saçlarının arasına sıkıştırmayı
adet edindiği kalemi eline aldı. Sezai Karakoç’un ‘Yitik Cennet’ kitabı vardı kucağında. Tam
kaldığı yerden devam edecekti ki, tevafukun böylesi! ‘Burayı çizmen gerek Feride.’dedi.
“Cenneti, bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
“Her şey zıddıyla kâimdir, derler. Sevinç, acıyla yoğrulan bir kalbin ardından gelen sekînettir.
Deniz, çöller vâr olduğu için değerlidir. Cennet, sonlu bir hayatın ardından bahşedilen sonsuzluktur.
Sonlu bir varlık olarak dünyaya gönderilmeseydi insan, ebediliğin (cennetin) içerisinde sonsuzluğu
tadabilir miydi? Mutluluğu tatmak için çeşitli imtihanlar yaşadığı dünyaya gönderilir miydi? Cenneti,
bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
“ İnsan, cennetten düştü. Düşen insanın çarpıştığı şey gerçekti. Ve gerçekler yürek burkan
şeylerdi.”
Yağmur sakinlemeye başlamıştı. Az sonra gökkuşağı açacak ve göğün gözyaşlarıyla
yıkanmış yeryüzü gülecekti. Ağzında karanfilli şekerlemelerin tadı, ruhunda çocukluğunun
masumluğu vardı. Pencereye sıraladığı vita kutularındaki karanfillerin ötesine çevirdi
gözlerini. İçinin yağmurlarıyla, mahsun yüreklerde mis kokulu karanfiller açtırabilmeyi
diledi.
Feyza Vera Deniz