Ucuz kağıt ve uhu kokan tozlanmış sarı takvim yaprakları 1 Muharrem’i gösteriyordu. O gün kesişti yollarımız. Hicri yılın ilk günüydü. Yeni bir yılın, yeni bir hayatın müjdelenmesinin hemen sonrasında, sevinçli bir anında tanıştım onunla.
Kalabalık ve sıkışık olsa da gönüllerin ferah olduğu, insanlardan uzak bu zindanda, en azılı teröristler gibi gösterilen masumlarla yapılan bir çay sohbeti sonrasında tuttum onun ellerinden. Buğulu ve hüzünlü gözlerle baktı bana. Aralık kalan kapıdan bir esinti ile gelen sigara dumanına karışmış tomurcuk taneli çayın kokusunu, uzun süre denizin dibinde avlandıktan sonra zor zahmet su yüzeyine çıkıp temiz havayı ciğerlerine dolduran bir midye avcısı gibi çekti içine.
Plastik taburelerin üzerinde, koğuşun en yaşlısı olması hasebiyle “Dede” olarak bilinen tutuklu ile dizleri dizlerine değecek şekilde oturmuş; bir kanser hastasının kanserin çaresini anlatan Hızır’ı dinlediği gibi can kulağı ile dinliyordu Dede’yi:
“Oğul bu günleri unutma, bizleri unutma, yapacağın çok iş olacak. Çok çalışmalısın, git eğitimini tamamla sonra da haktan ve hakikatten dûr olma. Adalet için kaleminin mürekkebini ve alnının terini akıt. Olur da tembellik edecek olursan ya da çok yorulur ve bunalırsan bu hediyeme bak. Bu günleri ve koğuş arkadaşlarını hatırla. Bu hediyem sana güç versin, vazifeni hatırlatsın. Haydi yolun açık olsun. Selametle git. Allah’a emanet ol.”
Dede’nin bu sözlerini işittikten sonra nemlenen gözlerle dedenin elini öptü, beni güçlü elleriyle sıkıca kavrayıp cebine koyup tüm koğuştan helallik alarak yola koyuldu.
1 Muharrem’ i gösteriyordu takvimler. Yeni yılın ilk günüydü. Yeni bir hayatın arefesinde, onunla işte böylece kesişti yollarımız.
Sonraki zamanlarda beni neredeyse yanından hiç ayırmadı. Nereye gitse beni hatırlayıp özenle valizinin ya da çantasının güzel bir köşesine koyuyordu. Beraberce düşüyorduk yollara. Ne zaman bunalsa ne zaman yorulsa beni eline alıp geçmişi yâd ederek Dede’nin ve arkadaşlarının öğütlerini hatırlıyor, ceht ve gayretini tazeleyip tekrar işine odaklanıyordu. Sabahtan akşama kadar ders çalıştığı kütüphaneye giderken bazen beni de yanında götürüp masanın köşesine koyduktan sonra, dalıyordu kocaman ve kalın hukuk kitapların deryasına.
Ben aslında insanların hiç önemsemediği, çöpe attığı hatta iğrendiği bir şeyden yapılmış olsam da o bana çok değer veriyordu. Halbuki ne üstün bir işçiliğim ne üzerimde haftalarca süren bir el emeği ne de yapıldığım maddenin kıymeti vardı beni böylesine değerli kılan. Emsallerim sağda solda sürünüp, yerlere atılırken baş üstünde tutulmam ve bana verilen bu değer aslında hoşuma gitmiyor da değildi. Onunla aramda, koskocaman bir gemiyi limana bağlayan kalın ve güçlü bir halat gibi kopmaz ve sarsılmaz, görünmeyen bir bağ vardı. Onu bana böylesine güçlü bağlayan şey galiba bana yüklediği ve bana baktıkça hatırladığı manevi değerlerdi.
En zor ve stresli anlarında dahi beni yanından ayırmazdı. Hatta bir keresinde ne oldu biliyor musunuz ? Gerçi nereden bileceksiniz ki ben anlatayım sizlere.
O sabah erkenden uyanmıştı. Abdestini alıp namaz kıldıktan sonra bir müddet Kuran okudu. Sonra da takım elbisesini giyerek odasındaki masaya doğru yürüdü. Zaten dün gece beni masasının rafına koyduğu savunma dosyasının üzerinde bırakmıştı. Böylece sabaha kadar uyuyamayıp yatağının içinde bir sağa, bir sola dönüp durmasına şahit olmuştum. Stresi, heyecanı yüzünden okunuyor, endişesi kesik kesik ama sık sık nefes alıp vermesinden anlaşılıyordu. Savunma dosyasını koltuğunun altına sıkıştırdı. Beni, çekmeceye koymasını beklerken takım elbisesinin cebine koydu. O endişeli, stresli ve heyecanlı anında bile beni çekmeceye koymayıp yanına aldı ya, işte o an anladım bana ne kadar değer verdiğini.
Beraberce adliye yollarına koyulduk. Yargılandığı koskoca ağır ceza mahkemesinde kelli felli mahkeme reislerinin ve cumhuriyet savcısının karşısında suçsuzluğunu haykırırken dahi beni düşürmedi elinden. O heyecan ile terleyen ellerinin ıslaklığını hissediyor, titreyen sesinin boş duruşma salonunda yankılanmasını dinliyordum. Savunmasının sonunda teşekkür etti ve sanık sandalyesine otururken beni tekrar cebine koydu. Anladım ki savunma yaparken benden güç alıyordu. Benden derken, aslında maddi olarak değersiz bir şey olduğumu söylemiştim. O, benim maddi varlığımdan ziyade, bana yüklediği manevi değerlerden, hatıralardan ve öğütlerden alıyordu gücü. Beni yanından ayırmak istememesinin gerekçesi buydu demek ki.
Böylece birbiri ardına geçti gitti günlerimiz. Beni kah odasında bırakıyor kah yanına alıyor; benimle birlikte ders çalışmaya veya sabahlara kadar çalıştığı hukuk sınavlarına girmeye gidiyordu.
Günlerden bir gün heyecanla geldi. Ben dolabın rafındaki yerimde aheste bir şekilde oturmuş, aşağıdaki parkta koşuşturan çocukları izliyordum. Beni özenle alıp sırt çantasının içindeki korunaklı bir göze koydu. Beraberce uzunca bir yolculuğa çıktık. Nereye gittiğimi bilmeden çantada sessizce bekliyordum. Birkaç gün çantanın içinde kaldıktan sonra bir gece açtı çantayı. Rüzgarlı ve karanlık bir gecede bir nehrin kenarındaydık. Beni, cep telefonunu, parasını ve kimlik belgelerini su geçirmeyen plastik bir kılıfın içerisine koyarak boynuna astı. Herkes acele ile bir şeyler yapıyordu bir panik havası vardı. Ne olduğunu anlamadan kendimi bir nehrin üzerinde ilerleyen küçük bir şişme botun içinde buldum. O an anladım ki sahibim, aksi bir durumda nehrin azgın suları arasında ıslanarak kaybolup gitmemem için su geçirmeyen korunaklı bir kılıf ile koynunda beni muhafaza ediyordu.
Beraberce çok badireler atlattık, kar çamur demeden nehirler, tepeler aştık. Polislerle uğraştık, kirli, izbe, karanlık ve soğuk kamplarda kim olduğunu bilmediğimiz bin bir çeşit, her milletten insanlarla bir arada kaldık. Beraberce bazen aç kaldık, bazen güldük, ağladık, endişe ettik, özledik.
Sahibim bu süre zarfında beni çalınırım, kaybolurum başıma bir iş gelir korkusuyla koynundan hiç çıkarmadı. Hayatını idame ettirecek maddi varlığı olan parasını nasıl muhafaza etti ise manevi değerlerini yükleyip değer verdiği beni de aynı şekilde koynunda muhafaza etti.
İşte böyle süre geldi benim serüvenim. Size bu satırları Almanya’da bir mülteci kampının demir dolabının en üst rafından, sahibim tarafından özenle temizlenen korunaklı köşemden yazıyorum. O dolabı her açtığında göz göze geliyoruz. Birkaç saniye bakışıyoruz sonra gözlerini kaçırıyor benden. Şunu söylemeliyim ki artık önceki zamanlarda göz göze geldiğimiz anlarda hissettiğim şeylerden farklı bir his daha var. Sanki üzerime yüklenen ve sahibime hatırlattığım bir değer daha var.
Ne mi ? Memleket özlemi.