Şer Saati’nde Beklemek / Yılmaz Utku









Edebiyatın insanın ruhsal yaralarını tedavi eden bir yanı var. İyi kitaplar gerçekten iyi geliyor insana. Unutturmak ya da kafa dağıtmak değil kastım, başka bir coğrafyada benzer acıları yaşayan insanları okuyunca gerçekleşen aydınlanmadan, ufuk genişlemesinden bahsediyorum. “Dünyada bizden önce benzer biçimlerde yakın sıkıntılar yaşanmış, yalnız değiliz.” tesellisi belki de.
Güney Amerika edebiyatının önemli ismi Gabriel Garcia Marquez’in Şer Saati romanını okuyunca böyle bir his uyandı içimde. Marquez’in hayali kasabası Macondo’da yaşananlarla son yıllarda yaşadığımız yıkıcı dönem arasında paralellikler kurdum kitabın satırlarında gezinirken.
Güney Amerika ülkeleriyle ilginç yakınlıklarımız var. Dilleri, dinleri, kültürleri bizden farklı olsa da büyük ekonomik sıkıntılar, afetler, felaketler, siyasi kargaşalar ve darbeler yaşamakta, kanlı diktatörler yetiştirmekte bizim gibi epey mahirler. Geri kalmışlıktaki saplantılı ısrarda, birbirimizi yemek için kimsenin aklına gelmeyecek komplolar üretmekte birbirimizle yarışıyoruz. Fakat bir Marquez çıkaramadık, o da bizim büyük bir eksiğimiz!..
Şer Saati romanı şafak vaktinde kasabadaki bazı evlerin kapısına yapıştırılan “yakıştırmalarla” başlıyor. Kapısına yapıştırılan evlerin sahipleriyle ilgili çirkin dedikodu metinleri bunlar. Kasaba günlerce bu dedikodularla çalkalanıyor. Hatta bir de cinayet işleniyor bu metinlerle ilgili ancak yakıştırmaları insanların kapılarına kimin yapıştırdığı tam bir muamma.
Bu yakıştırmalar bahane edilerek otoriter bir dönem başlıyor kasabada. Bu durum kulağa tanıdık geliyor bir yerlerden. Yabancısı olmadığımız durumlar yaşanıyor. Benziyoruz sonuçta.
Meçhul bir elin karıştırdığı küçük ve küçük kalmaya mahkûm kasabalar, şehirler ve ülkeler… O küçük ülkelerin isimsiz insanlarının mahvolan hayatları… Kimse umursamıyor onları. Ateş düştüğü yeri yakıyor ve o isimsiz insanlar unutulup gidiyor. En çok birer rakam yekûnu olabiliyorlar yaşadıkları yerin tarihinde.
Romanın önemli karakterinden biri kasabanın başkanı. Eski bir asker-polis tiplemesi olan Başkan pek vasıflı bir adam değil ama istediği yönetim tarzı için bahaneler üretecek iş de geliyor elinden. Özel bir konuta, saraya ya da malikâneye sahip değil. Oldukça salaş bir hayat yaşıyor. Kasabayı kendine has yöntemlerle idare ediyor. Geçmişte yaşanmış ancak halkta derin yaralar bırakmış bazı olayları bastıran kişi olduğunu anlıyoruz. Tam da bu yüzden kasabalıların bir bölümünün nefret figürü. Ama neden? Ne yapmış olabilir? Bu olayları nasıl durdurdu?
Bu soruların cevabını bulmak okuyucunun hayal gücüne -ya da acı tecrübelerine- kalmış.
Bütün bu olayların arasında bir de kasabanın yargıcı var. Var ama yok. Hemen hiçbir zaman yerinde bulunmuyor. Hatta bir kere yargıcı mahkemede gören kâtip yargıcı mahkemede gördüğü için şaşırıyor. Marquez’den hukuk sistemine güzel bir gönderme. Neyse ki bizim coğrafyada yargıçlar mahkemelerini terk etmiyor. Hatta mahkemelerini terk etmemek için nelere katlanıyorlar!
Devamlı yağan bir yağmur ve aşırı sıcak bir hava. Kitaba etkileyici bir atmosfer katıyor. Marquez, Güney Amerika’da ortaya çıkan büyülü gerçekçilik akımının en önemli isimlerinden biri. Yazdığı Yüzyıllık Yalnızlık romanı bazı eleştirmenler tarafından 20. yüzyılın en iyi romanı sayılıyor. Yüzyıllık Yalnızlık’tan beş yıl önce yayımladığı Şer Saati’nde alttan alta kazan kaynıyor, gerilim yükseliyor. Açıkça işlenmese de hissediyorsunuz romanda. Usul usul finali kuruyor. Hiçbir mesaj gözümüzün içine sokulmuyor. İnsanlar ve hikâyeleri konuşuyor. Yazarın mahareti bu zaten. O anlatmıyor; olaylar anlatıyor, büyük acılara yaslanmış küçük insanların hikâyeleri konuşuyor.
Ve final!.. Tabii ki finali söylemeyeceğim. Ama kitap boyunca ustalıkla yönettiği gerilimi yine müthiş bir şekilde bağlıyor.
Marquez gibi sanatçılara sahip milletler diğerlerinden daha şanslılar. Türkülerini söyleyecek, resimlerini yapacak, heykellerini dikecek, romanlarını yazacak yürekli ve mahir sanatçılara sahipler.
Bize gelince biz çok bekledik, bekliyoruz, bekleyeceğiz de ama ne kadar sürecek bu bekleyiş bilmiyoruz. Güzel günler beklemekten kalplerimiz, gönüllerimiz yorgun ancak beklemekten, umut etmekten başka bir yol bilmiyoruz. Başka bir çaremiz de yok.
Edebiyat acılarımızı tamamen iyileştiremiyor fakat ağrılarımızı hafifletiyor. Edebiyata sarılıyoruz biz de! Başkalarından şiirimizi yazmalarını, öykülerimizi yazmalarını beklemenin bir manası yok! İçimizden iyi romancılar çıkmasını, bizi öykülere yazmalarını bekliyoruz. Onu da çok beklememek dileğiyle…
Malum okumadan yazılmıyor. Okumak isteyen herkese Marquez’i ve Şer Saati’ni tavsiye ederim. İyi okumalar…

Yılmaz Utku



Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *