Edebiyat ve Siyaset 2
Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir, diyor Nietzsche . Nasıl olabilir bu, diye sorabilirsiniz kendi kendinize. Edebiyatın bir toplumun gelişmesinde etkisinin abartıldığını da düşünüyor olabilirsiniz. Hatta şairleri ; işi , gücü olmayan boş söz üreten laf insanları olduğunu da söyleyebilirsiniz. Her şeyi düşünmek, her şeyi söylemekle hürdür insan. Hürdür evet ama bir de dünyanın matematiği var. Dünden bugüne her medeniyetin bebeklikten ihtiyarlığa, oradan da tarih oluşuna doğru akıp giden bir serencamı var. Nazım Hikmet Bursa Cezaevinde tutukluyken Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş denetime gelir. Birkaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
“Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir?” der.
Nazım Hikmet’i odaya getirirler.
Müdür koltuğuna kibirli bir şekilde iyice kurulan müfettiş Nazım’ı tepeden tırnağa süzdükten sonra alaylı bir şekilde:
“Demek Nazım Hikmet sensin” der.
Nazım’a oturması için yer de göstermez. Kısa bir konuşma sonrası “Gidebilirsin artık” der. Nazım tam kapıdan çıkacakken durur ve müfettişe:
“Ömer Hayyam adını duydunuz mu?” diye sorar.
Müfettiş, öğretmeninin sorusuna heyecanla cevap vermek isteyen bir öğrenci gibi hemen atılır:
“Kim bilmez ki Hayyam’ı”
Nazım ilave eder:
“Hayyam zamanının hükümdarı kimdi?”
Müfettiş afallar ,cevap veremez. Nazım konuşmasını sürdürür:
“Görüyorsunuz, sanatçıyı hatırladınız fakat hükümdarın kim olduğunu bilemediniz. Yıllar sonra beni dünya hatırlayacak ama şimdiki Adalet Bakanının ve sizin isminizi kimse hatırlamayacak” der ve çıkar.
Kim hatırlar gerçekten. Hafızalarımızı yoklayalım. Alman bir aileye misafir olmuştum Frankfurt’ta. Akşam yemeğinde konu konuyu açmıştı. Sanat da siyaset de konuştuk. İlk defa bir Alman’ın evinde kalacaktım. Onlarda ilk kez Türkiyeli birini misafir edeceklerdi. Onlar soruyordu ben cevaplıyordum. Ben soruyordum onlar cevaplıyordu. Hatta “Ich wundere mich” cümlesini bu kadar sık daha önce hiçbir Alman’dan duymadım diyebilirim. Merak ediyorum anlamına gelen bu cümleyi çok sık kurdu, bir şehirde önemli bir partinin de kurucularından olan ev sahibi. Almanya tarihinden kimleri mi biliyorum, dedim. Goethe, Beethoven, Mozart, Bertolt Brecht, Heinrich Heine, Hermann Hesse, Mascha Kaléko… Stefan Zweig demeye çalışıyordum ki sözümü kibarca kesti. Dikkat ettim de tamamı ya müzisyen ya yazar ya da şair, dedi. Siyasetten hiç kimse yok. Warum nicht, dedikten sonra Merkel dedim ve sofrada gülüşler… Açık olmak gerekirse Merkel’i de şimdiki şansölye olduğu için biliyorum dedim. Bu soruyu geldiğim ülke için sorsaydınız dedim kategori değişmeyecekti. Size yine şairlerden, yazarlardan , müzisyenlerden bahsederdim. Siz bizim ülkemizden kimleri tanırsınız dediğimde karı koca göz göze baktılar ve aynı anda Kemal Yaşar dediler. Soy isim, ismin neden önünde diye hiç takılmadan Yaşar Kemal’in de birçok edebiyatçı gibi siyasetin acı tokadını hayatı boyunca yediğini anlatmaya başladım.
Sanatçılar bir toplumun vicdanlarının hoparlörü olurlar. İçe doğru akan sızıların dışa doğru taşan şelaleleri olurlar. Suskunluğun duvarına ilk yumruğu vuran direniş şarkılarının sesi, bestesi olurlar. Bu oluşlar da çoğu zaman ya sürgün ya da hapisle noktalanır. Filistinli şair Abu Salma olurlar ümitlerini yitirmezler hiçbir zaman.
Gene geleceğiz
karşılaşmanın yollarında.
Bir bülbül kulağıma fısıldadı:
Gene geleceğiz.
Bülbüller oralarda
yaşarlar henüz.
Şakırlar yazılarımızda.
Gene geleceğiz
gölgeleri arasında özlemin,
yadırgamanın mezarlarında
bizim yerimiz de var,
bu kesin.
Yorulma gönül,
dönüşün yollarında
çökme sakın.
Gene geleceğiz,
gene.
Onlar direnişin, onlar vicdanın, onlar görünemeyen gözyaşlarının tarihe nakşedilen izleri olurlar. Her birinin satırlarında nice canlar gizlenir. Her birinin notalarında nice ağıtlar hislenir. Edebiyatçılar ya da müzisyenler bir toplumun ruh haritası gibidir. Annelerin ağıtları ne tarihçilerle ne de siyasetçilerle kalır yarınlara. Yukarıda adını zikrettiğim Alman şair Bertolt Brecht yazmamış olsaydı nasıl hislenecektim Alman bir anneyle ben. Bakın ne diyor o anne. Sadece ağıtlar yakan anneler bizim annelerimiz değil ya. Anne sözcüğünün anlamdaşıdır ağıt.
Bu çizmeleri bendim sana giy diyen, oğlum,
bu haki gömleği bendim sana giy diyen.
Nerden bilecektim bu kara günleri göreceğimi,
bilseydim, giydirmem, derdim, giydirmem,
asın beni, derdim, daha iyi.
Elini görürdüm hani ben senin, oğlum,
“Hayl Hitler!” diyerek kaldırdığın elini,
Hitler’ i selamladın diye, nerden bilecektim,
kuruyacağını bir gün elinin.
Duyardım, oğlum, söz ettiğini senin
üstün bir ırktan.
Nasıl varacaktım farkına, nerden bilecektim, nerden
celladıymışsın meğer sen kendinin.
Gittiğini görürdüm senin, oğlum,
uygun adımla Hitler’ in ardından.
Nerden bilecektim, onu izleyenin
artık bir daha geri dönmeyeceğini.
Bana derdin ki, oğlum, derdin ki:Almanya
gelecek bir gün atnınmaz hale.
Nerden bilecektim, oğlum, bu yerin nerden bilecektim,
küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle.
Haki gömlek vardı her zaman sırtında senin.
Giyme şu gömleği demedim sana, demedim, oğlum.
Bu günleri göreceğimi bilmiyordum, ne yapayım,
sana o gömleğin kefen olacağını bilmiyordum.
Nereden bilsin ki anneler. Bilseler çocuklarını hiç ayırırlar mı gözlerinin önünden. Ve annelerin savaşlardan kalan harabe gönüllerinin imdadına şairler yetişiyor. Cezaevleri önünde bekleyen annelerin, haftanın yedi gününden birine tamlanan olan annelerin imdadına (cumartesi anneleri) şairler yetişir, sanatçılar yetişir.
Yasaklı bir dilin korkusu ile tutsak evladını ziyarete giden bir annenin ona başka bir dilde bildiği tek sözcük olan “nasılsın” ile seslenişini tarihçiler bize anlatabilirdi. Ama bu an bir şairin kelimelerinden Kemal Özer’in mısralarından aksedince şiir ete kemiğe bürünüyor ve ana oluyor . Okurken kelimeler el oluyor, kol oluyor , dil oluyor .
Oğul ben senin görüş gününe
dağları devşirerek geldim
-bizim oranın dağlarını-
sevincimi ırmaklarda arıtarak
-bizim oranın ırmaklarında-
sabah yeliyle örerek saçlarımı
-bizim oranın sabah yeliyle-
o şimdi özlemiştir dedim
sesimi bizim oranın
çiçeklerine değdirerek geldim:
Nasılsın?
İşte yıllardan sonra oğul
yüz yüzeyiz yine seninle
aramızda duruyorsa bu telörgü
sen de benim alnıma bakmalısın
dağılana dek birer birer bulutlar
görünene dek bizim oradan
senin için taşıdığım gökyüzü.
Bu telörgü durduramaz çünkü
ne senin bakışını ne benim
yeter ki gözlerimiz susmasın:
Nasılsın…
Oğul ben senin görüş gününde
ninniler söylemeyi isterdim
-avutmak için uykusuz gecelerini-
türküler söylemeyi isterdim
-düğününe sakladığım türküleri-
nice ağıtlar düğümlendi boğazımda
-birer harman yangınıydı her biri-
söylemeyi isterdim yasak olmasa
bana kendi dilimizi kullanmak.
Ama bu da durduramaz oğul
ne senin söyleyeceğini ne benim
yeter ki bir tek sözcüğe sığsın:
Nasılsın!
Bir tek sözcükle alırım ellerini elime
-üşüdükçe ovalayıp ısıtmak için-
bir tek sözcükle basarım bağrıma seni
-en öksüz saatinde kuşluk vaktinin-
bir tek sözcükle duyururum öğütümü
-gördüğün zulum mayanı berkitsin-
bir tek sözcükle ulaşır sana dileğim
-gün devrilsin ama sen devrilmeyesin-
boşuna bunca zulüm,bunca yasak ve engel,
onları aramıza koyanlar utansın:
Nasılsın?
Sadece annelerin mi sızılarını tarihe not düşüyor edebiyatçılar. Elbette hayır. Göğüs boşluğunda ah diye başlayan titreşimlere kimler sahipse onların aynaları oluyor şairler. Dört duvar arasında eşine “Eltaf’ım” şiirini yazan Yusuf Kar özlem sözcüğünü yarına bırakmamış mıdır sizce de ?
Eltaf’ım!
İçim, dışım, etrafım!
Dört duvarımsın dört yanımda
Başımın üstüne tavansın
Düşüp döşünde kaldığım zemin
Gözyaşlarımı sildiğim seramik mendil
……çakır ayaz soğuksun
………………………………… pamuksun
Eltaf’ım!
Kulak kesilip uzaktaki her sese
Düşüyorum ardına nefes nefese
Patika bulup duvarların arasından
Sana dönüyorum şahlandırıp ruhumu
Senden dönüyorum ellerim boş yorgun argın
Yine boynu bükülüyor avludaki çınarın
Bir türkü çalınıyor kulaklarıma mazgaldan
“mahpushanelere güneş doğmuyor”
Yanıyor içim ses ses perde perde
Hayalin ellerimden tutuyor içim soğumuyor
Devam edecek….

Harika olmuş devamını bekliyoruz efendim…