
Haas & Haas’ta Zencefil Çayı
Tam da yorulmuşken, açık hava bahçesi olan bir kafeye oturduk. Niyazi Bey zencefil çayı sipariş edince ben de ondan olsun dedim. Küçük beyaz porselen demlikte, yanında limon ve bal ile servis edildi. Her birimize birer demlik çay. Balın tadına baktım. Çocukluğumdan beri yediğim en güzel doğal ballardan biri bu. Çünkü bizim beş altı kadar karakovanımız vardı. Her yıl büyük bir kova bal kaldırırdık. Bunu Niyazi Bey’e de söyledim. Bal gerçekten nefis.
Niyazi Bey, Viyana için, “Yaşam kalitesi yüksek bir şehir,” diyor. Pahalı bir şehir mi, diyorum. Ucuz olduğunu söylüyor. “Kenar mahalledeki bir kafe ile merkezdeki lüks bir kafenin ücretlerinde belirgin bir değişiklik göremezsin,” diye de ekliyor. “Bu şehir, ülke dışından, özellikle Balkanlar ve Türkiye’den gelenler için pahalı. Budapeşte’ye, Prag’a ve Atina’ya göre pahalı olması da normal zaten. Ama burada yaşayıp burada kazananlar için gayet ucuz,” diyor. Batıda kazanç değerli çünkü.
Central Cafe
Yer bulmak zor olsa da en azından görmüş oluruz düşüncesiyle Cafe Central’e gittik biz de. Önündeki müşteri kuyruğunu görünce tuhaf buldum açıkçası. Bu şehirde, ünü veya lezzetiyle ön plana çıkan kimi lokanta ve dondurmacıların önünde de kuyruk olduğunu gördüm; şaştım kaldım. Bu benim için ilk deneyim diyebilirim. Onca müsait yer varken insan niye kuyrukta beklemeyi tercih eder ki? “Gittim” ya da “Tattım,” demek için mi? Yoruma ve üzerinde düşünmeye muhtaç bir durum bu.
Neyse, sadece görüp çıkacağımızı söyleyerek sırada bekleyenlerden müsade aldık. Girişte, hemen karşı masada oturan pos bıyıklı heykel dikkatimi çekti. Meğer o, buranın daimi müşterisi şair Peter Altenberg imiş. İlginç olan şu ki, posta adresi olarak da burayı göstermiş. Burası ayrıca Stefan Zweig başta olmak üzere ilmi, edebî ve siyasi yönüyle dünyaca ünlü birçok tanınmış ismin geldiği bir mekânmış. Ne diyelim, biz de uğradık işte.
Turizmin Renkleri
Gece yine aynı arkadaşların evinde kaldım. Onlara teşekkür borçluyum. Sabah yine Niyazi Bey’in evinde kahvaltı yaptık. Dün akşam yediğimiz balık ve salatayı aklıma yazdım. İlk görev yerimde iki yıl boyunca, menemen ile değişimli olarak ana menümdü. Yenge hanım muhtemelen benim balık sever olduğumu bilmiyordu. Kendisine misafirperverliği için teşekkür ederim.
Evet, çay için bile olsa durma vakti değil. Bugün hedefimizde Schönbrunn Sarayı var. Şehirde ulaşım kolay olduğu için her yere yorulmadan gidilebiliyor. Yorulmadan geldik biz de. Yolculuk esnasında bir şey dikkatimi çekti; trenlerde, yolcu koltukları yanına birer dergi asılmış; bunu ilk kez görüyorum. Ne güzel. Yalnız burada otobüs ve trenlere binerken biraz acelecilik fark ettim. Almanya’da böyle bir acelecilik yok.
Saray yakınında bir durakta indik. Pazar olmasına rağmen ciddi bir kalabalık var. Gençler, ihtiyar delikanlılar; yerlisiyle yabancısıyla, kadınıyla erkeğiyle bütün turistler burada. İçeri girmeden önce iki farklı sanatçının, kendilerini bir heykel ve tabloya döndürerek dikkat topladığını gördüm. Birlikte fotoğraf çektirmek paralı. Ortama renk katıyorlar bence.
Schönbrunn Sarayı
Bu devasa bina, yani “Schönbrunn: Güzel çeşme” anlamına geliyormuş. Bir kampüs büyüklüğündeki bahçesiyle Avusturya İmparatorlarının yazlık sarayı olarak hizmet vermiş ve üç yüz yıl kadar da aktif kullanılmış. Kraliçe Sisi’nin de en sevdiği yermiş burası. Müştemilatı Kraliçe Maria Theresa tarafından tamamlanmış. Kadın eli değmiş her şeyde bir zarafet bulunur. Burada da açıkça belli oluyor bu. Maria Theresa, güçlü bir tarihi figür olarak kırk yıl başarıyla hüküm sürmüş. Onun, meşhur Fransa kraliçesi Marie Antoinette’nin ve Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold’un annesi olduğunu öğrendim.
Morsalkımlı Çardak
Saray bahçesine girerken morsalkımlı çardağın altında bolca fotoğraf çektirdik. Yemyeşil canlı duvarlar olarak biçimlendirilmiş gürgenler ve gölgeli yollar arasında yürüdük. Hatta bir labirent ile de karşılaştık. Genç olsaydık ya da kafa dengi bir grup ile gelseydik belki macera olsun diye bu labirente kaygısızca dalardık; ama yanından geçmekle yetindik. Bunun için bile bir heyecan ve enerji gerekiyor. Şimdilerde öyle bir şey yok bende.
Her taraf bahar solukluyor; her yerde çiçekler açmış. Biraz ötede geniş ve güzel bir havuz var. Sağ çaprazda hayvanat bahçesini işaret eden bir tabela mevcut. Tam karşı yamaçta gösterişli bir bina göze çarpıyor. Oraya doğru yavaş yavaş çıkıyoruz. Son derece geometrik bir düzen söz konusu burada. Ülkenin, belki de en önemli en gözde tarihi noktalarından birindeyiz. İstanbul’da Topkapı Sarayı ve Gülhane Parkı neyse burası da o diyeceğim; ama onlar, buraya göre ancak güzel bir avlulu konak ya da bir buket çiçek sayılabilir.
Gloriette Zafer Takı
Karşı yamaçta, saray bahçesinin sonunda görünen o tatlı manzaralı yerin “Gloriette” olduğunu öğrendim. Bu bina “zafer takı” olarak yine İmparatoriçe Maria Theresa tarafından yaptırılmış. İmparator I. Joseph yemek ve kahvaltı salonu olarak da kullanmış burayı. Fotoğraflar çekerek ve bir müddet dinlenerek dönüşe geçiyoruz. Merkezde göreceğimiz yerler var. Belki Tuna’yı daha yakından selamlarız.
Kärntner Straße’de Buz Gibi Su
Şehre döndük. Kärntner Straße’de bulunan bir çeşmeden buz gibi su içtiğim halde doymak bilmedim. Niyazi Bey, “Temmuz, ağustos ayında bile kombiyi açıp abdest aldığımız oluyor,” diyor. Su gerçekten çok soğuk ve leziz. Ben çeşme ve su kültürünün bize mahsus bir değer olduğunu düşünüyordum. Niyazi Bey’e de söyledim bunu. “Hayır,” diyor, “burada da çok çeşme var.” Ne diyelim, güzel, her yerde güzeldir.
Meydanı çevreleyen Viyana Devlet Opera Binası’nı, Karl Kilisesi’ni fotoğrafladım. Pazar olmasına rağmen açık olan dondurmacı, damağımızı şenlendirdi; içimizi serinletti. Yürüdük sonra. Sokaklarda, kafe ve dondurmacılarda yoğun müşteri olması ilginç geldi bana. Turizmden mi, diye sorunca, Niyazi Bey, “Hayır, halkın alım gücü yüksek. İnsanlar, yaşayacak ve parasını harcayacak yer arıyor,” diyor. Galiba haklı.
Reloj Anker Saat Anıtı
Veba anıtına doğru yürürken iki bina arasındaki büyükçe bir saate dikkatimi çekiyor Niyazi Bey, bu, “Ankeruhr” diyor. Duvarda yer alan bilgileri okuyor. Meğer tarihi bir anıtmış bu da. Altında geniş bir yol var. Üstelik iki araba yan yana geçecek derecede geniş. Fotoğraf çekiyorum. Yanımızdaki yoldan şık faytonlar geçiyor durmadan. Kimi beyaz kimi siyah çiftler halinde çok güzel atların çektiği bu faytonlar farklı bir turistik değer bence. Galiba, talep edenler için bir konsept oluşturulmuş. Önemli yerleri yürüme zahmeti olmadan görme fırsatı sunuyorlar.
Günün Sonu
Tuna’ya doğru yürürken akşama da yürüyoruz. Herhangi bir kaygı yoksa yürümek yormaz insanı; bilakis dinlendirir. Hipokrat’a izafe edilen bir söz de bunu destekler: “Eğer moralin bozuksa yürüyüşe çık. Hâlâ kötüysen başka bir yürüyüşe çık.” “Yürüyüş” veya “seyahat” öyle sanıyorum, herkes için sıhhatir. Bana da çok iyi geldi. Sanki sırtımdan koca bir yükü indirmiş gibiyim. Bu his ve düşünceler içinde Tuna kıyısına kadar geldik. Burası geniş bir kanal gibi görünüyor. Niyazi Bey, “Bu asıl nehir değil, nehre bağlı bir kanal,” diyor. Çevresinde oturan ve yürüyen gençler var. Zamanımız olsaydı bir müddet biz de otururduk.
Zamanımız diyorum; çünkü gece için bir düğüne davetliyiz. Kısmetse, süreç mağduru iki gencin en mutlu gününe şahit olacağız. Sonra da dönüşe geçeceğim. Normalde iyi bilen biriyle bir şehri bir günde gezmek mümkün olur. Ama işte, tıpkı İstanbul gibi bu şehri de birkaç günde gezip bitirmek mümkün değil. Belki bir hafta ancak yeter; ama en iyisi uzunca bir süre içinde yaşamak. Viyana, tabiatıyla, soğuk ve tatlı suyuyla ve bozulmamış tarihi dokusuyla bende uzun süre kalacak. Bu nefis gezi, iyice bunaldığım bir yılın sonunda ilaç gibi geldi gerçekten. Bu nazik daveti ve misafirperverliği için Niyazi Bey’e minnettarım.
Hasan Çağlayan
Haziran 2024 Assenheim Oberhessen
