
Her insanın gönlünde, başka yerlere gitmek, özge diyarlar görmek arzusu vardır. Vardır; ama bu arzu niyeyse hep güzel zamanlara ertelenir. Çünkü bir sürü sebep, pek çok mazeret çepeçevre sarmıştır. Bundan dolayıdır ki o güzel zamanlar kolay kolay gelmez. Gelse de gönül kararında kalmaz.
Öyleyse, fırsatını bulunca gidip gezmelidir. Neruda, “Yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler.” diye boşuna dememiş.Hem hayatın her insana sunduğu küçük veya büyük nice armağan vardır. Ve armağanlar çoğu kez ansızın gelir. Kısmetimiz varsa, nasibimiz çağırıyorsa, sebepler ve mazeretler ortadan kaybolur. Bütün şartlar birden müsait olur ve arzu gerçekleşir. Biz de şaşırıp kalırız.
İşte, bu sefer de öyle oldu. Hiç hesapta yokken, sürpriz bir Berlin davetiyle karşı karşıya kaldım. Konu, kültür ve sanat olunca elbette ki hayır diyemezdim. Catherine Pulsifer’in: “En büyük nimetler, çoğu zaman gözden kaçırdığımız küçük şeylerdir.” sözünü dikkate alarak, kısmetse “MKW (Muslimische Kulturwoche) Berlin”in misafiri olacağız. Bu vesileyle hem gezmek hem de çalışmaları yakından görmek istiyoruz. Belki Frankfurt’ta da benzer bir çalışma yaparız. Yaparız diyorum; çünkü bu seyahate, dostum Yaşar Beçene ile birlikteyiz.
Berlin, tarihi bir şehir. Ve de başkent. Kültürel hafızası çok güçlü. Bu sebeple, gezip görülecek çok yer bulunuyor. Şanslıyız ki burada, arkadaşımız Gökhan Bozkuş Bey var. O, kültür ve sanat sevdalısı biri. “Cizlavet” kültür, sanat ve edebiyat dergisinin genel yayın yönetmeni aynı zamanda. Şehrin dokusunu karış karış dolaşıyor. Onun rehberliğinde gezmek gerçekten güzel bir şans olacak bizim için. Bakalım ne sürprizler göreceğiz.
Geceden Yolculuk
Almanya’da ulaşım seçenekleri bol. Ama özellikle Flixbus ve Flixtrain cazip olduğundan, gidiş için Flixbus’tan, dönüş için de Flixtrain’den iki kişilik bilet aldık. Frankfurt Main Hbf’nin hemen yanından tam gece yarısı hareket edeceğiz ve bir mâni olmazsa sabah erkenden Berlin’de olacağız. Hava durumuna önceden baktım; öğleye kadar hafif yağmurlu görünüyor. Kalan zamanlarda ise güneşli ve güzel bir hava bizi bekliyor. Ama her ihtimale karşı yedek kıyafet almayı ihmal etmedim.
Yaşar Bey ile uygun bir saatte Hauptbahnhof’ta buluştuk. Stuttgart’ta imiş; yeni dönmüş. Sözdü sohbetti derken beklenen saat geldi ve yola çıktık. Daha önce Viyana seyahatini de aynı firma ile yaptığım için artık tecrübeliyim sayılır. Uyku gelene kadar konuşuyoruz. Öndeki bayan yolcu nazik bir ikazda bulununca artık uyku zamanı geldiğini fark ediyoruz. Yer yer uyanarak ilerliyoruz; çünkü şoförümüz, dönemeçlere biraz hızlı giriyor. Allah’tan uyuma problemim yok.
Yağmurlu Bir Sabah
Yolculuğumuz yedi buçuk saat ancak sürdü. Dikkatsizlik sonucu Berlin Willy Brandt Flughafen’da indik. Meğer erken inmişiz. Ne yazık ki bizi karşılamaya gelen Gökhan Bey’e ekstrasan bir yarım saatlik yol çıkarmış olduk. Onu beklerken yağmur başladı. İnce montları giydik. Konum gönderdik. Telefonlaştık. Lafladık. Derken araç geldi. Gökhan Bey ile hasbihal ettik. Montu çıkarıp arabaya bineyim dedim ki bir de ne göreyim, sırtı beyaz boyayla feci lekelenmiş. Mecburiyet dışında giyilmez artık. Ama leke çıkarsa o başka.
Berlin’de Kelle Paça
İlk olarak, Charlottenburg-Wilmersdorf’un tarihi ve kültürel bir caddesi olan Bismarckstraße’ye yöneldik. Adını Almanya’nın ilk şansölyesi Otto von Bismarck’tan alan caddenin iki yanında çeşitli mimari tarzlarda binalar göze çarpıyor. Burası hem yerel halk hem de turistler için popüler bir bölge imiş. Bizim geliş sebebimiz kahvaltı tabii. Yol boyu, bir yandan Gökhan Bey’i dinliyor bir yandan da tarihî binalara bakıyorum. Bu ülkenin tarihi yapıları nefis.
Gökhan Bey, alıştığımız lezzetleri bulacağımız bir yer olarak Asude’yi tercih ettiğini söylüyor. İçeri adım atınca nostaljik bir Anadolu havası hissediliyor hemen. Uygun bir yer ve masa seçip oturuyoruz. Garson kız geliyor ve Türkçe olarak ne alacağımızı soruyor. Muhtemelen işyeri sahibinin kızı. Maraşlı olduklarını öğreniyoruz. Yaşar Bey, hemşehriyiz diyor. İnsanın memleket havası bulduğu her yer, başka bir diyarda yaşama gücünü artırıyor. Bazen çok küçük detaylar büyük bir değere dönüşebiliyor. İşte, üçümüz de kelle paça tercih ediyoruz. Çünkü bunu başka bir yerde bulacağımızı sanmıyorum. Üstelik kelle paça, lezzetli bir yemek. Özellikle Kahramanmaraş’ta öne çıkan bu meşhur çorba ilaç gibi de şifalı. Bakalım burada nasıl.
Maraş’ta masalarda sumak ekşisi hazır olur ama galiba burada yok. Fakat normal ekşiyle, sarmısak ve pul biberle gerçekten güzel bir paça servis edildi. Üstelik tas içinde ve sıcak pideyle sunuluyor olması harika. Bir güzel içtik. Ardından da çay ikramı geldi ki bu kadarı ancak Maraş’ta olur. Teşekkür edip çıkıyoruz. Çıkarken de ıslak mendil almayı unutmuyorum. Belki montun lekesi çıkar.
Durma zamanı değil. Şehri, program harici zamanlarda olabildiğince gezmek istiyoruz. Defterim yanımda. Başarabildiğim kadar dinleyip gözleyip not alacağım. İçinde uzun süre yaşadığım şehirler dışında, gezdiğim ve bir gezdirenin olduğu bütün şehirleri kağıt kalemle dolaşıyorum. Bunun için, Gökhan Bey’den yoğun bir şekilde anlatmasını istiyorum. Bir şehri gezmek de kitap okumak gibidir. Altını çizmek, not çıkarmak istifadeyi artırır. Değilse zihinden kolayca silinip gider; unutulur.
Doğu Berlin Batı Berlin
Arabada, yol boyunca notlar alarak dinliyorum. Gökhan Bey, Berlin’in kozmopolit bir şehir olduğunu söylüyor. “Mesela, Kreuzberg’te Türkler, Marzahn ve Nichtenberg’te Çin, Tayvan ve Vietnamlılar, Neukölln’de ise Araplar yoğunlukta.” diyor. Şehrin damarlarında araçla dolaşmak farklı bir deneyim. Bir filmin parçası gibiyiz. Zira yürüyerek gezip görmek için zaman yetmez. Üstelik cumartesi günü toplu gezi programı çerçevesinde merkezi yerleri gezecekmişiz. Asıl turistik gezimiz de o olacak öyleyse. Yine de ne kadar yer görebilirsek kârdır diyoruz. Tabii bazı önemli noktalarda inip dolaşma ve fotoğraf çekme imkânı bulmak önemli.
İki Büyük Cadde
“Bundestrasse” Batı Berlin’in, “Frankfurter Allee” de Doğu Berlin’in en eski ve en büyük caddesi imiş. Yukarıdan bakıldığında tek ve çok büyük bir cadde gibi görünüyor olmalı. İkinci Dünya Savaşı sonrası şehrin doğusu Sovyet Rusya’nın, batısı da İngiltere, Fransa ve Amerika’nın kontrolüne geçmiş. Sonra üç devlet bir olup Batı tarafı destekleyince, o tarafta daha özgür, daha gelişmiş ve cazip bir şehir ortaya çıkmış. Bunu gören ve sosyalist düzen içinde yaşayan halk da çareyi batıya kaçmakta bulmuş. Bu durum engellenemeyince de meşhur Berlin Duvarı inşa edilmiş. İlginçtir ki bu duvar bir gecede yapılmış. Bugün, “Utanç Duvarı” olarak anılan bu yapı, zihni bölünmüşlüğün de simgesi olmuş.
Duvarlar ve Köprüler
Berlin Duvarı 1961’de yapılmış. İşçi anlaşmasıyla gelen Türkleri de Doğu Berlin’in batısına, Batı Berlin’in doğusuna yerleştirmişler. İlginç olan şu ki bizim göçmenler, duvar yıkılınca şehrin tam ortasında kalmışlar. Bu elbette bir şans olarak görülebilir. İginç olan bir başka şey de bu şehrin çok sayıda köprüye ev sahipliği yapması. Gökhan Bey, “Köprü sayısı Venedik’ten fazla.” diyor.
Şehre turistik ve ticari değer katan Spree Nehri’ne geldik. Bu nehir, şehri ikiye bölmekle kalmıyor, kolu Dahme ile birlikte, otuz kadar parsel adaya bölerek Kuzey Denizi’ne yol alıyormuş. Frankfurt için Main, Köln için de Rhein ne ise burada da Spree o. Bu noktadan bakınca Almanya bir “nehirler ve köprüler ülkesi” olarak görülebilir. Duvar ile köprülerin yan yana anılması, zihnimde çağrışımlar oluşturdu birden. Çünkü duvar, bölen ve ayrıştıran olurken köprü de birleştirme işlevi görüyor. Görünür ve görünmez sayısız duvar ve köprü var. Köprüleri ve köprü kuranları seviyorum.
Şunu da belirtmek isterim ki Almanya genelinde köprülere kilit asmak gelenek olmuş. Özellikle Köln’de Hohenzollern Köprüsü’nde ve Frankfurt’ta Eissenerweg’te kilit işinin abartıldığını gördüm. Birbirini sevenler bir sevgi ve aşk göstergesi olarak bunu yapıyor. Ama kavuşmak ya da bir daha ayrılmamak niyetiyle, bir dua gibi kilit asıp gidenler de çoğunlukta. Böylece köprü yepyeni bir anlam kazanıyor: Kavuşmak. Bir de işin turistik yanı var.
Bildik Durumlar Tanıdık İsimler
Bundestrasse’de ilerliyoruz. Gökhan Bey, “Şu, binalardaki estetiğe mest oluyorum.” diyor. Gerçekten de yalnızca Berlin’de değil, gezdiğim küçük büyük bütün şehirlerde, özellikle tarihi dokusu korunmuş bölgelerde binalar son derece güzel görünüyor bu ülkede. Modern çağa yenilmemiş ve kimliğini korumuş her bina, insana ayrı bir yaşama sevinci veriyor, diye düşünürken Berlin Opera Binası’nın (Staatsoper) önünden geçiyoruz.
Fakat bugün yaşama sevincimizi çalan siyasi oyunlar her dönemde birilerinin hayatını karartmış, yurdunu yuvasını yıkıp geçmiş. Gökhan Bey, bu şehre yolu düşen tanınmış Türk yazar, şair ve sanatçılardan isimler anıyor. Sabahattin Ali, Demir Özlü, Yılmaz Odabaşı, Tuncel Kurtiz, Cem Karaca ve Neşet Ertaş gibi sanatçılar da Berlin’e gelmişler ve burada yaşamışlar diyor. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrası sürgün yaşayan kimseler bunlar diyor. Türkiye’de ortalama her on yılda bir yaşanan askeri darbeler, insanımızı sağ veya sol diye ayrıştırarak birlik ve beraberliğimizi dinamitlemiş.
Müze Şehir
Gah ana caddelerden gah köprülerden geçerek ilerliyoruz. Kuleler, kiliseler, anıtlar, Platz ismiyle anılan alanlar ve tarihi binalarla nefis bir müze şehirde dolaşıyoruz sanki. Aklıma sık sık Viyana geliyor. Bizde İstanbul neyse, Avrupa’da da Londra, Sankt Petersburg, Roma, Cordoba gibi kültürel başkentler o. Böylesi şehirler evrensel bir çekiciliğe sahip.
Gerçi diğer Alman şehirleri gibi burası da İkinci Dünya Savaşı’ndan nasibini almış ama yoğun bir restorasyon ve yeniden inşa ile o eski güzelliğine yeniden kavuşmuş. Bu yönden bakınca, deprem gören şehirlerimizin yeniden orijinal haliyle ayağa kaldırılması konusunda ümidim artıyor. Savaşın depremden önemli bir farkı şu ki düşman işgali sonrasında tarihi eserlerin bir kısmı götürülmüş. Mesela Napolyon, atlı savaş arabası heykeli Quadriga’yı yerinden söküp Fransa’ya götürürken, Sovyet birlikleri de Berlin işgali sonrasında müzelerdeki önemli sanat eserlerini ganimet olarak Rusya’ya götürmüş. İşte, bazı önemli eserler, hâlâ St. Petersburg Ermitaj Müzesi’nde imiş.
Müze deyince, bu şehirde toplam 180 adet müze olduğunu söylüyor Gökhan Bey. Ağustos ayında bütün müzeler, saat 18 ile gece 02 arasında bir tek bilet ile gezilebiliyormuş. Sekiz saat az değil; ama dikkatli gezmek isteyen biri için yeterli gelmez. Gelmez çünkü bir müze yüzeysel bir gezmeyle bazen üç saatte ancak görülebilir. Atina Ulusal Arkeoloji Müzesi’ni de Darmstadt Hessen Eyalet Müzesi’ni de not almadan ve sadece dolaşarak, ancak üçer saatte geldiğimi hatırlıyorum. Bunun için, ağustos ayında denk gelince seçerek gezmek gerekir. O vakit tadından yenmez.
Anıtlar ve Acılar
Berlin Duvarı Anıtı, Zafer Anıtı, Holokost Anıtı ve Ağlayan Anne Anıtı gibi nice anıt var. Kimisini öteden, kimisini de yakından görerek geçiyoruz. Anıtlar önemli. Mesela Holokost Anıtı’nın ifade ettiği acıyı anlamak için Viktor Emil Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabını okumak gerekebilir.
İdeolojilerin karanlık yüzü, insanın da karanlık tarihini ele verir aslında. Öte yandan, Ağlayan Anne Anıtı da ayrıca dikkat çekici; çünkü bu anıt, zulme uğramış bütün insanlar için ortak bir yas ve anma mekânı olarak yapılmış. Bugün ülkemiz de dahil, zulüm ve baskılar ve bunların ortaya çıkardığı travmatik acılar ne yazık ki hâlâ taze. Bu da gösteriyor ki daha pek çok yere yeni anıtlar dikilecek ve dikilmelidir.
“Berlin’de Hakimler Var!”
Zulüm ve haksızlık deyince, Berlin’de hakimler var, sözü hatrıma geldi. Rivayete göre Prusya Kralı II. Friedrich (Büyük Frederik), Potsdam’da Sanssouci Sarayı’nı yaptırırken, yakındaki bir değirmenin manzarayı kapattığını fark eder. Kral, bu değirmeni satın almak veya yıktırmak ister. İster istemesine de, değirmenci, satmayı reddeder. Kral buna sinirlenir ve “Ben Prusya kralıyım, bunu yapabilirim.” der. Bunun üzerine değirmenci, şu tarihi cevabı verir: “Evet, majesteleri, siz kral olabilirsiniz; ama Berlin’de hâkimler var!” Bunu demekle, adalete güveniyorum ve konuyu mahkeme çözecektir, mesajını verir. “Yanlış hesap Bağdat’tan döner.” misali.
Hasan Çağlayan
Eylül 2025 Ober Mörlen
