Genç bir psikiyatr, bir akıl hastanesinde göreve başlar. Hastaneyi tanımak için gezerken, bakar ki hastalar duvardaki bir deliğin önünde sıra olmuşlar, sakin sakin bekliyorlar. Sırası gelen akıl hastası, gözünü duvardaki deliğe dayayıp bakıyor, sonra da tekrar sıranın arkasına geçiyor. O delikte ne gördüklerini doktor çok merak eder. O da sıraya girer ve sırasının gelmesini beklemeye başlar. Nihayet sıra ona gelince, heyecanla gözünü deliğe uydurur ve bakar ama hiçbir şey göremez. Sıradaki akıl hastaları, sabırsızlıkla doktoru dürterler.
-Çabuk ol, çabuk ol.
Doktor, bir şey göremediği için daha da meraklanır. Tekrar en arkaya geçip sıraya girer, beklemeye başlar. Nihayet sıra kendisine gelir, deliktekini görmeye çalışırken arkadan akıl hastaları yeniden sabırsızlıkla dürterler doktoru.
Doktor yine bir şey görememiş, ama merakı daha da artmıştır. En arkada yeniden sıraya girer ve üçüncü seferde de bir şey göremeyince, dayanamaz, diğerlerinden daha akıllı görünen birine yaklaşıp sorar
-Yahu kardeş bu deliğin arkasında ne var? Ben bir şey göremedim.
Beriki doktoru baştan aşağı şöyle bir süzüp, sonra da dudak büker.
-Hemşerim, der, dur bakalım sen daha yeni geldin. Biz üç aydır bakıyoruz o delikten, daha bir şey göremedik…
***
Bir yıl daha eksiliyor, dünyanın binlerce, belki de milyonlarca yıllık ömründen. Koskoca bir yılın takviminden yapraklar, teker teker düştü mazi denen kara deliğe. Son yapraklar sıralarını bekliyor artık.
Tüm dünyaca coşkuyla beklediğimiz milenyum, çok gerilerde kaldı. Gelmesi için saniyeleri saydığımız milenyumda doğan bebeler rüştünü ispat etti.
Bir nehir hızıyla geçiyor zaman vakit. Zaman çizgisinde var olmak için, binlerce yıl bekledik. Sıra bizde şimdi, dünya penceresinden bakmak için.
Bir insan için ne uzun, dünya için ne kısa bir an. Ancak bir ışık çakması kadar belki bir insan ömrü, dünyanın ömrü içinde. Bir kum tanesi cirminde, dünya kumsalı üstünde.
Daha dün, başkalarındaydı sıra. Onlar da yoruldu, didindi, koştu, terledi, dinlendi.
Onların da hırsları vardı dünyayı dolduran, umutları vardı sonsuzluğa uzanan. Ne kaldı geriye şimdi onlardan?
Onların da içinde, yükselmek için başkasının sırtına basan da vardı, yardım etmek için elinden tutan da. Bir lokma kuru ekmeğini bölüşen de vardı, tacına bir inci daha eklemek için canlara kıyan da.
Cam boncuklar verilip, altınları yağmalananlar da gitti, hazine sandıklarını dolduranlar da. Titanik’te sandallara tutunanları, suya iten de öldü, buzlu sularda can verenler de.
Kim bilir, kaç kişi çiğnedi, üzerinde yürüdüğümüz toprakları, kaç kişi üzerinden geçti… Ciğerlerimize dolan hava, daha önce kaç kişiye hayat verdi; bedenimize aldığımız vitaminler kaç canlının vücudunda dolandı.
Dünya bir tiyatro sahnesi, sırası gelen çıkıyor; rolünü icra ediyor. Sonra sahneyi devrediyor ardından gelene. Devam ediyor bu döngü, binlerce yıldır.
Ne kaldı gidenlerden geriye?
Belki bir süre; sevenlerinin kalbinde bir sızı, gözünde bir yaş, zihninde bolca anı. Belki bir fincan, saklanmış bir saat ya da kanaviçe işlenmiş bir yastık. Sonra o anılar da silindi, kalan eşyalar eskidi, kırıldı, unutuldu.
En son hatırlayanlar da gitti dünyadan, ismini bilen, cismini gören kimse kalmadı ardında.
Eski bir Arap şairinin dediği gibi “Gelen kalmadı, giden gelmedi…”
O zaman, ne gerek var can yakmaya, kalp kırmaya?
Biriktirip harcayamayacağı, eskitip giyemeyeceği, karnı doyduktan sonra yiyemeyeceği şeyler için hırs yapmaya, gücünün yettiğine çelme takıp, yetmediğine temenna çakmaya?
İşte, binlerce yıl bekledikten sonra geldik dünya penceresinden bakmaya. Ama ardımızda daha uzun bir kuyruk var, sabırsızlıkla sırasını bekleyen. Bakalım ne göreceğiz? Ne kadar göreceğiz?
Adettendir ya herkesin ardından denir.
-Dünyasına doyamadan gitti.
Kalsaydı doyacak mıydı ki?…
bu dünya doyma değil tatma yeridir, sözünü kulaklara küpe yapmak gerek..
elinize sağlık günlünüze afiyet…